16 Aralık 2011 Cuma

Avrupa Zirvesi ve Krizden Çıkış İçin Öneriler: Sosyal Devlet Hayaletinin Çöküşü

Yaz aylarında Amerika ile başlayan, sonbahar ve kışla birlikte Avrupa'yı etkisi altına alan ekonomik kriz, bir kışla bitmeyecek gibi görünüyor. Buna karşın krizden çıkış için geliştirilen stratejiler ve önerilere baktığımızda tutarlı bir çerçeve hala görünmüyor. Kriz, IMF tarafından bile 1930'lu yıllardaki krize benzetilse de, krizden çıkış için önerilen politikaların 1930'lardakilerle ilgisi yok.

Geçtiğimiz günlerde birbiriyle bağlantılı birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, İtalya'daki teknokrat hükümetin hazırladığı ekonomik önlemler paketi, sokaktaki grevlere rağmen, parlamentodan çok sorun çıkmadan geçti. Yunanistan'da ise, hala sürecin nasıl işleyeceği açık değil. Bir diğer önemli gelişme de, geçtiğimiz cuma günü (9 Aralık) yapılan Avrupa Birliği zirvesiydi. Zirvenin sonuçlarını detaylı olarak değerlendirmek başka bir yazının konusu olsun. Ancak burada söylenebilecek olan, zirveden çıkan en önemli karar olan bütçe kısıtlaması şartının kabul edilmiş olması. Bu aslında tam bir liberal ütopyaya dayanıyor. Yani, Avrupa'da, daha doğrusu Euro alanındaki para politikasının yürütülmesi, bu ülke vatandaşlarının herhangi bir şekilde etkileyemeyeceği ya da değiştiremeyeceği bir şekilde, Avrupa Merkez Bankası tarafından, neredeyse "otomatik pilotta" sürdürülüyordu. Şimdi bunun yanına, siyasi olarak denetlenebilen, gerektiğinde açık, gerektğinde de fazla vermesinin mümkün olduğu bir maliye politikasının, artık siyasetçilerin ve toplumun erişiminin dışında bir noktaya konumlandırılması ekleniyor. Maliye politikası alanında "otomatik pilot" olarak adlandırılabilecek olan bu uygulama, bütçe açıklarının daraltılması ve bir daha olmaması için karar altına alınmış durumda.

Aslında İngiltere dışında kalan Avrupa'nın ne üzerine anlaştığını daha iyi anlamak için Yunanistan ve İtalya'ya bakabiliriz. Her ikisinde de önerilen klasik harcama daraltıcı, gelir artırıcı önlemler. Yani, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi "harcama" alanlarının daraltılması ve KDV gibi adaletsiz vergilerin artırılmasına dayanıyor. Yani içeriğine bakıldığında, açıkça çalışanların uzun yıllardır verdikleri mücadeleler sonucunda edindikleri kazanımların geri alınması yönünde, Avrupa (Alman) sermayesinin yeniden karlılığının sağlanması ve rakipleri karşısındaki rekabet üstünlüğünü koruması yönelimli olduğu görülebilir.

Tüm bunlar yaşanırken, Avrupa Merkez Bankası'nın yeni başkanı Draghi, yaptığı ilk açılş konuşmasında, yukarıda kısaca özetlediğimiz noktalara vurgu yaptı ve krizden çıkış için mali disiplinin önemini vurguladı. Benzer bir şekilde IMF başkanı Lagarde da disipline edilmiş bir maliye politikasının altını çizdi.

Tüm bu gelişmelerin ışığında birkaç tespit yaparak tartışma sürdürülebilir:
İlki, kriz 1930'lardaki benzetilmesine rağmen, çözüm önerilerinde Keynesyen tedbirler yer almıyor. Yani öneriler hala daraltıcı önlemler paketinden ibaret. Tıpkı elinde çekiç olan birinin tüm sorunları çivi olarak görmesi gibi.
İkinci olarak, eğer mevcut öneriler, öngörüldüğü şekilde uygulanabilirse, bu Avrupa'daki "sosyal devlet" hayaletinin tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Sosyal devletin ne kadar var olduğu, kime ne yararı olduğu ayrı bir tartışma konusu, ancak böyle bir gelişme, yine de dengenin çalışanlar aleyhine değiştiğinin bir işaret olarak görülebilir.
Son olarak, Keynesciliğin ve sosyal devlet uygulamalarının, gerçekten de 1945'ler ile 1980'ler arasını kapsayan bir "parantez" olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmek gerekiyor.

13 Aralık 2011 Salı

teknokrasi her eve lazım

Finansal piyasalarla kurduğumuz ilişki gerçek yaşam koşullarıyla kurduğumuz ilişkinin hakim rengini vermeye başlıyorsa ya da belirleyeni konumundaysa bu durumda gündelik yaşamın finansallaşmasından bahsedilebilir. Hanehalkı borcunun artması ya da borç temelli finansal genişleme enstrümanlarına atıfta bulunarak yapılabilecek tanımlara bir ek yapmak gerekirse burada piyasayla girilen ilişkinin politik ve kurucu bir nitelik taşıdığını eklememiz gerekiyor; ayrıca bu ilişkilenme tarzına müdahale edemeyen eylemlilik sonuçsuz kalarak finansal piyasaların muktedir görünümüne destek olabiliyor. Bu kaydı düşmeksizin kriz sonrasında devrimci bir duruma en çok yaklaşılan örnek olarak Yunanistan’da yeniden yapılandırma programını uygulamak üzere teknokratik bir iktidarın iş başına geçirilmesi ve göreve başlamasını açıklamakta zorlanacağımız kesin.

Yunanistan’da kendi olanaklarının çok ötesinde yaşam sürdürdükleri iddia edilen kitlelerin kıskançlıkla korumaya çalıştıkları yaşam standartları krizin asıl nedeniymiş gibi gösteriliyor. Aslında devletin izlediği maliye politikalarının getirdiği çözümsüzlük ve Eurozone’a dahil olduktan sonra gerileyen rekabet gücünün emek gücünün piyasa fiyatı ve sosyal hakların yeterince bastırılamaması karşısında daha net bir şekilde açığa çıkması yaşanan. Yunanistan’da Yeni Demokrasi ve PASOK’un açık işbirliği üzerinden olmasa da Ficova siyasetinin bir benzerinin izleniyor olmasının ve göstere göstere uluslararası baskı ve aşağılamayla bir teknokrat hükümetinin kurulmasının iki nedeni var. Yunan halkının 2011 yazında gösterdiği eylemlilik ve siyasi mobilizasyon IMF yetkililerinin ya da Merkozy’nin istediklerinin gerçekleşmesi önünde güçlü bir engel teşkil ediyor. Bu birinci nedene zaman bağımlı siyasal ekonomik kararlar alma ve uygulama zorunluluğunu eklememiz gerek. Yunanistan’ın borcunu mümkün olduğunca eksiksiz ödemesi, eğer bir saç kesimi söz konusu olursa bunun Avrupa finans siteminde yaratacağı sarsıntıların bir zelzeleye dönüşmesinin engellenmesi gerekiyor. Dolayısıyla ikinci neden Yunanistan’da uygulanacak reform programı ve kesintilerin bir erken seçimi bekleyemeyecek olması. Ya da mobilize olmuş seçmenlere reformların bir referandum paketi içinde sunulmasının uluslararası finans çevrelerine ağır bir tokat atılmasıyla sonuçlanma ihtimalinin hiç de azımsanamayacak kadar güçlü olması.

Bu nedenle Papandreu’nun partisi ve kendisini siyasi olarak kurtarma hesapları içinde 31 Ekim’de bir referandumdan bahsetmesi çok ağır bir şekilde eleştirildi. Oysa plebisiter demokrasinin yönetenler için çok işlevsel bir mekanizma olduğunu biliyoruz. Ancak bir o kadar etkili bir tepki yıpranmış hükümetin yerine bir uzmanlar kurulunun ya da başında bir teknokrat bulunan geniş tabanlı bir hükümetin geçirilmesi olabilirdi. 11 Kasım’da bu göreve atanan eski Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcısı Lucas Papademos başkanlığında kurulan, 16 Kasım’da güvenoyu alan ve ülkeyi muhtemelen Şubat 2012’de seçime götürecek hükümet mecliste üç partinin desteğiyle ayakta duruyor. Aralık ayında hükümetin yaptığı ilk iş ise harcamalarda büyük kesinti öngören bir disiplin bütçesini kabul etmek oldu. Eğitim bakanı Diamantopoulou’nun geçiş hükümeti sadece kredi dilimlerinin serbest kalması için kurulmadı açıklaması, ya bir borç takası ve uluslararası borç yapılandırması anlaşmasının bu üç ay içinde gündeme geleceği şeklinde ya da bir semptomatik ifade olarak “Yunan siyasetçileri bu kadar çaresiz durumda” biçiminde anlaşılabilir.

PASOK ve Yeni Demokrasinin desteklediği bu kırılgan yapının başaracakları elbette uluslararası çözüm arayışlarına da bağlı. EFSF’nin ya da Avrupa Birliği’nin yetkilendirdiği bir kuruluşun bir özel yatırım aracı kullanarak Eurobond ihracıyla toplanan fonları şişirmesi ve bu paranın da ülke kurtarma (muhtemelen Avrupa bankalarını da kurtarma) için kullanılması planının akıbeti şimdilik belirsiz. Avrupa İstikrar Mekanizması’nın (ESM) üye ülkelerin katkısıyla toplayacağı parayı bu amaçlar için kullanması olası. Görünürde tahvil ihracı ya da özel yatırımcıların getirilerinden bir miktar fedakarlıkta bulunması değil, Avrupa ölçeğinde yeni bir mali disiplin dalgasıyla bütçelerin tahkimi ve finansal piyasaların teskin edilmesi planı var. Ancak bu süre zarfında Papademos hükümetinin varlığı yine de büyük bir anlam ifade ediyor. Bir yandan kamu politikasının formülasyonunda finansal piyasaların dayattığı standartlara uyum sürecinin aksamasına izin verilmiyor, öte yandan teknokratik hale sayesinde ülke siyasetinin temel iki aktörünün sınırlandırılmış çekişmesi vesilesiyle kamusal tartışmanın sürdüğü kanısı destekleniyor.

“Bu kriz ne zaman bitecek” sorusunu dillendiren emekçiye verilebilecek devrimci bir cevap maddi yaşam koşullarıyla kurduğumuz ilişki ve dolayımları ele alınmadan bir anlam taşımıyor. Yunanistan’da ve Avrupa’nın birçok köşesinde finansal piyasaların dayattığı standartlara uyum sürecinde, bu kalıcı hale gelmekte olan ekonomik olağanüstü hal durumu kitle eylemliliklerini yerinde saymaya mahkum etmekte. Aynı zamanda, ortak iyinin ve müşterek çıkarın finansal piyasanın işler kılınmasında yattığı fikriyatı, eşit metaların değişimi görüntüsü sunan piyasadaki mübadele ve görünür olmayan üretim sürecine yıkıcı bir müdahale gerçekleşmediği ölçüde piyasayla kurduğumuz gündelik ilişkiden güç devşirmeye devam ediyor.

9 Aralık 2011 Cuma

Küresel Krizde Yeni Bir Aşama (mı?)


Ekonomik kriz ile siyasi krizin iç içe geçtiği ve giderek otoriter yönetimlerin iktidara geldiği bu süreçte, gidişatı krizin faturasını ödemek istemeyen emekçilerin mücadelesi belirleyecek[i].

Başta Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda olmak üzere Euro bölgesini gölgesi altına alan kriz iki temel noktaya dayanarak açıklanabilir: Kapitalist üretim tarzının ve üzerine inşa edilen toplumsal ilişki, yapı ve kurumların, çelişkili doğaları nedeniyle sürekli krizlerle birlikte var olduğu gerçeği ve uluslar arası para sisteminin istikrarsızlığı.

Kapitalizmin çelişkili doğası
Bireysel sermayedarlar, rekabet ortamında ayakta kalmak için, sürekli daha ucuza meta üretmek ve emek verimliliğini sürekli artırarak daha fazla sermaye yoğun üretim yapısına geçmek durumunda. Bu zorunluluğun sonuçları ise istihdam kapasitesinin daralması, üretim sürecinde giderek daha fazla emekten tasarruf etmeye dayanan tekniklerin kullanılması ve üretilen metaların değersizleşmesi. Bu durum üretim sürecinin içsel yapısı nedeniyle ortaya çıkan tıkanıklıkların, üretim ve tüketim alanında zamansal bir yolculuğa çıkılarak aşılması zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Bu zamansal yolculuğu mümkün kılan ilişkiyi ise kredi oluşturuyor. 1970’lerdeki krizden itibaren kredi ilişkisi sistematik olarak yoğunlaştı ve gelecekteki üretimin metalaştırılması anlamında sürekli bir geleceğe kaçış imkânı yarattı. Ta ki 2008 krizine kadar!

Uluslar arası para sisteminin istikrarsızlığı
Küresel krizin ikinci boyutuna, uluslararası para sisteminin 1970’lerden itibaren yaşadığı istikrarsızlığa gelince… Bu noktada, ABD’nin, kendi hegemonyası ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan, doların rezerv para olarak kullanımına ve ulusal paraların dolar aracılığıyla altına bağlanmasına dayanan Bretton Woods sistemini, 1970’lerin başında, Almanya ve Japonya karşısındaki rekabet üstünlüğünü kaybetmeye başlaması nedeniyle terk etmesine dikkat çekmek gerekiyor. Bu durum, uluslararası para sistemini düzenleyen mekanizmaların ortadan kalktığı, paranın metalik özünü kaybettiği ve sadece devlet tarafından onaylanmasıyla ile tedavüle girdiği bir döneme girildiği anlamına gelirken bir başka önemli sonucu daha beraberinde getirdi:  Parasal krizlerin hızla bir devlet krizine, uluslararası para sistemindeki krizlerin ise, hegemonik devletin krizine dönüşme olasılığı.

Güncel krizin derinleşmesi
2011 yılının Ağustos ayından itibaren etkisini daha fazla hissettiren krizin, 2008 yılında yaşanan finansal krizle olan bağlantısı, 2008-9 döneminde finans piyasalarında yaşanan ve finansal kurumların batmasıyla ortaya çıkan özel zararların, merkez bankalarının devreye girerek toplumsallaştırılması ile kurulabilir. Bunun doğal sonucu ise, başta ABD olmak üzere, 2008 krizinin maliyetlerini üstlenen devletlerin mali kriz ile karşılaşmaları oldu.

Euro bölgesindeki eşitsiz gelişme
Merkezi bir devlet organizasyonundan yoksun bir parasal birlik olan Euro bölgesi, birliğin içersindeki eşitsiz devlet ve sermaye yapılarından dolayı çelişkiler taşıyor. Euro alanı içersinde iflas tehlikesiyle karşı karşıya olan ülkeler (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda), kullandıkları para biriminin devalüasyona imkân vermemesi nedeniyle kaybettikleri rekabet güçleri sonucunda sürekli dış açık verirken, dış açıklarını giderek artan bir borçlanma ile karşılamak durumunda kaldılar[ii]. Almanya’nın egemenliğinde işleyen sistem, bu ülkelerin borçlarını ödeyememeleri ile birlikte büyük bir kriz ile karşılaştı. Ancak Avrupa’da krizin aldığı özgün biçim, üretim alanında yaşanan tıkanıklıkların kredi ilişkisi yoluyla ötelenme girişimleri ve bunun da özellikle 2008 krizinden sonra mümkün olmaktan çıkması şeklinde tanımlanabilir.

Krizden çıkış önlemleri krizi derinleştirecek
AB Komisyonu ve IMF tarafından önerilen krizden çıkış programları,
·        Bütçe açığının kapatılması,
·        Kamu harcamalarının daraltılması,
·     Başta ücretlerin düşürülmesi olmak üzere, toplu işten çıkarmalar ve sosyal haklarda kısıtlamalar gibi daraltıcı önlemlere dayanıyor.
Ancak bu öneri paketinin kendisi çelişkilerle dolu. Her şeyden önce, bir ülkenin borçlarını ödeyebilir hale gelmesi yeniden büyüme periyoduna girmesine bağlı. Zaten daralan ekonomilerin uygulayacağı daraltıcı politikalar ise borçların ödenmesi için gerekli kaynağın yaratılmasını imkânsız hale getiriyor. Dolayısıyla krizden çıkış için ileri sürülen ana akım öneriler, krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacak.  

Kriz nitelik değiştiriyor
2011 Ağustosunda belirgin hale gelen; ancak finansal alanda olduğu düşünülen kriz, Kasım ayına gelindiğinde hızla nitelik değiştirerek, siyasi krizlere dönüştü. Bunun nedenlerinden biri, parasal krizlerin aynı zamanda devlet krizi olmasıdır. Bir diğeri ise, önerilen krizden çıkış programlarının emekçilerin gündelik hayatlarını olumsuz etkileyen, yıllardır süren mücadelelerle kazanılmış olan hakların bir günde geri alınmasını öngören, kısaca, krizin faturasını çalışanlara yükleyen bir yapıda olmasıdır. Özellikle Yunanistan’da bu pakete yönelik başlayan büyük çaplı grev ve direnişler, sürecin siyasi olarak sürdürülemez noktaya gelmesini sağlayarak hükümetin istifasına yol açtı. Benzer bir süreç İtalya’da da yaşandı ve daraltıcı önlemleri içeren bütçe meclisten çıkarken hükümet düştü.

Teknokrat hükümetler dönemi
Bu noktada dikkat çekici olan, düşen hükümetlerin yerlerine, siyasi alandan uzakta konumlandırılan teknokrat hükümetlerin iktidara getirilmeleridir. Bu durum, en azından teorik olarak, farklı toplum kesimlerinin siyaset kanalıyla iktidara nüfuz etmesini mümkün kılan liberal demokrasinin iddialarından uzaklaştığı ve fiilen askıya alındığı anlamına gelmektedir. Öte yandan, ekonomik kriz ile siyasi krizin iç içe geçtiği ve giderek otoriter yönetimlerin iktidara geldiği bu süreçte, sürecin gidişatını, krizin faturasını ödemek istemeyen geniş toplum kesimlerinin mücadelesi belirleyecek.


[i] Bu yazı Ekmek ve Özgürlük'ün 18. sayısında yayınlanacaktır.

8 Aralık 2011 Perşembe

birimiz hepimiz, hepimiz Europa için!


Zeus, Girit’e kaçırdığı Europa’ya adanın koruyucusu olan Talos, avının peşini bırakmayan bir köpek ve hedefi hiç ıskalamayan bir mızrak bırakır. Bu tanrıça figürünü her fırsatta kullanan Avrupa Birliği içinse işler mitolojideki gibi gitmiyor. Yine de kapitalizmin ve finansal piyasaların hediyesi krizle başa çıkmaya çalışırken elinde avucunda ne varsa kullanan AB teknokratları koruyucu finansal düzenlemeler, hedefinden vazgeçmeyen bir mali disiplin ve bu disipline uymayanları dürtecek bir ceza sistemi üzerinde kafa yormaya devam ediyorlar. Bu çabanın politikacılarda somutlaşmış bir ismi de var artık: Merkozy (Merkel + Sarkozy). Ancak buna gelmeden önce teknokratikleşme ve finansal disiplini tüm topluma dayatmanın başka örnekleri üzerinde durmak gerekiyor.


Finansal sektör çıkarlarının kamu çıkarı ile özdeşleştirilmesi süreci her toplumda farklı seyir izlerken uluslararası kurtarma planlarının tökezlemesine de bizzat bu özdeşliğin kurulma süreci katkıda bulunabiliyor. Slovakya’da ve bütün Avrupa’da ortalığı kısa bir süreliğine karıştıran oylamayı ve sonrasındaki “Ficova” (Fico + Radicova) olayını ele alalım. Euro bölgesinin nüfusu az, yurtiçi hasılası nominal olarak küçük ülkesi Slovakya'da kırılgan koalisyon hükümeti ilk kadın başbakan Radicova önderliğinde 2010'da kurulduğunda Slovak Demokratik ve Hristiyan Birlik, merkez sol olarak görülen ve Robert Fico liderliğindeki Yönelim - Sosyal Demokrasi karşısında aslında son derece zayıf bir seçim performansına dayanarak iktidara geçmişti. Sağ ve liberal partilerin koalisyonu, muhalefetten Euro bölgesinde daha fazla mali disiplin sağlayacak kurtarma paketlerinin oluşturulması ve yeniden yapılanma konusundaki önerilerine destek gelmesine karşın kendi içinde bir bütünlük de sergileyemiyordu. Serbest piyasacı Özgürlük ve Dayanışma'nın lideri Richard Sulik koalisyonda yer almasına karşın Avrupalıların vergilerinin "har vurup harman savuran" ülkelerin kurtarılması için kullanılmasının zinhar uzak durulması gereken bir tür piyasaya müdahale anlamına geldiği inancını koruyordu.

Ekim ayındaki kriz görünürde koalisyon ortaklarının anlaşamaması ve bunun nihayetinde Avrupa Finansal İstikrar Fonu'nun (European Financial Stability Facility – EFSF) imkanlarının genişletilmesi ve Yunanistan vb.nin kurtarılması doğrultusunda kullanılması planının oylanmasında açığa çıkması şeklinde görünüyor. Ancak bu tespiti birkaç adım ileri götürmeyince, Ekim ayı ortasında çokça görüldüğü gibi Avrupa ekonomisinin yüzde birini temsil eden Slovakya işlerin yolunda gitmesine taş koymuş başka bir şımarık çocuk gibi resmedilebiliniyor. Joachim Becker vd.nin 2010 tarihli “Peripheral Financialization” çalışmalarındaki özetinden anladığımız üzere Slovakya'da özelleştirmeler ve hükümet aracılığıyla yaratılan imkanlar sayesinde bir kaynak aktarımı süreci devam ederken, krize kadar geçen bir onyıllık süreçte neoliberaller ve sosyal liberallerin ittifakı emeklilik sistemini özelleştirip düşük ücret ve ihracat yönelimi aracılığıyla bir neoliberal yeniden yapılanma peşinde gidiyordu. Bu yapılanma aynı zamanda hanehalkı gelirine oranla yükümlülüklerin üç kat artışına ve borç içinde yüzen düşük gelirli bir toplumun ortaya çıkmasına katkıda bulunuyordu.

Bu arka plana yerleştirilmiş bir siyasi çok parçalılık polikacıların neoliberal hegemonya içinde kalarak manevralarda bulunması için olanaklar sunuyor. Euro bölgesinde sıkı bir mali disiplin ve müflis konuma yaklaşmış devletlerin kamusal varlıklarının yağmalanması konusunda hemfikir politikacıların anlaşmazlıkları, Slovakya’nın yeni devşirilen istikrar mekanizmalarına ya da halihazırdaki fon olanaklarına ne kadar katkıda bulunacağı üzerinde dönüp duruyor. Erken seçim şartıyla EFSF’nin olanaklarının arttırılması oylamasında evet oyu vereceğini açıklayan ana muhalefet lideri Robert Fico ile EFSF’nin olanaklarının genişletilmesini sosyalist bir proje olarak sunan Özgürlük ve Dayanışma lideri Sulik arasındaki fark kamu politikalarının belirlenmesinde piyasalara tabiyet anlayışının hakim rengi verdiği skala içinde farklı tonlar olarak duruyor. Birkaç gün sonra gerçekleşen ikinci oylamada planın kabulü sonrasında Mart 2012’deki seçimlerin yeni bir hükümet oluşumuna vesile olacağı kesin; ancak Radicova ve Fico arasındaki işbirliğinin simgelediği teknokratik siyaset anlayışı Radicova koltuğunu parti içindeki muhalefete kaptırsa da devam edecek gibi görünüyor.

Slovak siyaseti içinde Sulik gibi siyasetçilerin tepkileri insanların temel bir algılarına hitap etmeye çalışmakta. Ülke ekonomisinin durumunu hane gelir gider dengesi üzerinden algılayan çoğu emekçi, bütçeye 3 milyar Euro’dan daha fazla yük getirecek bir kurtarma planının kendileri için daha fazla vergi ve daha fazla borç anlamına geleceğini düşünüyorlar. Burada Ficova siyasetinin manevrası ise bu tepkileri genel bir mali disiplin içine sokulan Avrupa ve tabi Slovakya’nın nurlu ufuklara doğru koşacağı ve dışarıdan kaynaklı bu krizin bitmesi durumunda Slovakya’da işlerin tüm Avrupa ile birlikte düzeleceği inancının yaygınlığını korumasından güç alıyor. Slovakya’da toplu bir şekilde istifa etmeye başlayan doktorlar ve Slovakya’nın borçlanma maliyetindeki kıpırdanma Avrupa borç krizini kapsamanın teknik bir iş olduğuna ve başka çare olmadığına iman etmişlerin planlarını Mart 2012’den önce bozabilir.

Burada da Avrupa’nın başka yerlerindekine benzer bir şekilde krizin yeniden yapılanma ve daha fazla mali disiplin için kullanılmasına dair bir hikaye var. Kriz, Slovakya’da başlamamış olsa da, “hepimizin” çıkarının nerede yattığına dair ortada dolanan sorulara finansal sektörün iyileştirilmesi ve Avrupa finans sisteminin çalışır hale getirilmesi üzerinden cevaplar üretmek için kullanılıyor. Gerçek ve maddi yaşam koşullarımızla kurduğumuz ilişki finansal sektörün dolayımından geçtiği ölçüde biz de bu cevaplara katılmaya hatta Merkozy – Ficova vb.nin sunduklarının hararetli savunucuları olmaya başlıyoruz. AB teknokratları krize cevap üretememiş olsalar da sistemi koruyup kollama görevini başarıyla ifa eden bu tarz bir politik-kurucu ilişkiyi tartışmaya devam edeceğiz.

11 Kasım 2011 Cuma

Kapitalizmin Demokrasi ile İmtihanı: Teknokratlar İktidara!


Ağustos ayından itibaren yoğunlaşarak artan ekonomik krizin siyasi sonuçları ortaya çıkmaya başladı. İspanya'daki seçim karanının ardından Yunanistan'da hükümet düştü ve bugün de İtalya'da 3. Berlusconi hükümeti, istifa planını açıklaması ile birlikte fiilen sona erdi. Ancak düşen hükümetlerin yerine getirilmek istenen "teknokrat hükümetler" düşünüldüğünde, kapitalizmin sıkıştığında pek de demokrasi sevdalısı olmadığı bir kez daha görülmüş oldu.


Ekomik kriz giderek derinleşirken, krizin salladığı hükümetlerin yerine geçecek teknokrat hükümetler seçeneği giderek güçleniyor. Yunanistan'da kurulacak olan "milli birlik" hükümetinin başbakanlığını yapacak olan Papadimos, daha önce Yunanistan Merkez Bankası başkanlığı ve ECB başkan yardımcılığı yapmıştı. Yani, Papadimos, aslında bugünkü krizin açığa çıkmasında önemli payı olan neo-liberal politikaların üst düzey bir uygulayıcısı olarak görülebilir. Krize neden olan politikaların uygulayıcısının, krizden kurtarıcı olarak iktidara getirilmesi ilginç ancak şu aşamada AB için önemli olan iktidara kimin geldiği değil, Yunanistan için öngörülen paketin parlamentodan çıkması.

İtalya'daki istifa, krizde bir başka aşamaya geçtiğimizin önemli bir göstergesi, zira İtalya'nın 2.5 trilyon doları aşan borcu, Yunanistan, Portekiz ve İrlanda'nın toplam borçlarından çok daha yüksek. Ve Avrupa'nın 3. en büyük ekonomisi olan İtalya'nın iflası ya da Euro bölgesinden çıkmak durumunda kalması, zaten sallantıda olan Euro'nun da sonunu getirebilir. Bu aşamada, AB yetkililerinin (Almanya ve Fransa olarak da okuyabiliriz) İtalya'nın batmaması için ellerinden geleni yapacakları ortada. Ancak tüm bu yapılanların siyaseten bir maliyetinin olduğu, 17 yıllık siyasi hayatında nice badireler atlatan Berlisconi'nin bile istifa etmek zorunda kalmasıyla daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Ancak daha enteresan olan, kriz süreçlerinde (2001 krizi Türkiye'sini hatırlarsak), demokrasi, halkın talepleri, seçim ya da katılım gibi kavramların bir kenara konularak, bunların yerine "ekonominin gereklerini" "bilen" uzmanların iktidara getirilmeleri.

Ekonomik kriz, hızla siyasi krize dönüşerek devam ederken, yönetenler yönetme kabiliyetlerini giderek kaybetmekle karşı karşıya kalıyorlar. İşte bu noktada "ulusal birlik" gibi nosyonlar devreye sokularak, hayatlarının daha da kötüleşmesine izin vermemek için mücadele eden insanların tepkilerine engel olmaya çalışılıyor. Bunu yaparken de siyasi olarak tarafsız ya da depolitize olduğu düşünülen teknokrat uzmanlar, krizden çıkış için iktidara getiriliyor.

Hikaye bilindik, bir o kadar da bayat! Kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Efendim, ekonomi, tıpkı doğa bilimleri gibi "pozitif" bir bilim dalıdır. Karmaşık matematiksel modellerden ya da bilgisayar destekli piyasa tahminlerinden de görüldüğü gibi, ekonominin işleyişini kavramaya herkesin gücü yetmez. Her konunun bir uzmanı olduğu gibi, ekonominin de uzmanları vardır. Ekonominin kendi yasalarından anlamayan siyasetçiler, hele demokrasi gibi piyasa karşıtı bir sürecin içinde olan siyasetçiler, ekonominin "gereklerini" anlayamayabilir, ya da anlasa da yine demokratik seçimler nedeniyle yerine getiremeyebilir. Bu noktada, iktidar, ekonominin gereklerini yerine getirmeye muktedir olmayan siyasetçilerden alınıp, teknokrat uzmanlara verilmelidir.
İtalya'daki gelişmeler ile ilgili Citigroup Inc.'nin New York ofisinden Greg Anderson'ın yaptığı yorum, yukarıda aktardığımız eski hikayenin yeniden tekrarlanacağı yönünde güçlü sinyaller vermesi açısından anlamlı. Zat-ı muhterem diyor ki: "Piyasa perspektifinden bakıldığında, muhtemelen teknokrat bir hükümet isteniyor. Zira bu çok muhtemel, troykayı memnun edecek ve İtalya'nın birkaç ay daha geçirmesine neden olacak".

Citigroup temsilcisinin yaptığı yorumdan bir iki gün sonra, İtalya'da teknokrat bir başbakanın başkanlığındaki bir geçiş hükümeti kurulacağı ilan edildi.  İtalya'daki "Sanayiciler Birliği Başkanı Emma Marcegaglia da Mario Monti liderliğinde kurulacak teknokrat hükümetin, seçimlere gitmekten daha iyi olacağını belirtti".

Evet, ekonomik kriz derinleşerek devam ediyor ve giderek siyasi krizlere dönüşüyor. Bu aşamada devreye giren teknokrat hükümetler ise, kriz sürecinin otoriter yönetimlere doğru hızla ilerlediğinin önemli bir göstergesi.
Bu durumda eski hikaye ile ilgili eski soru yeniden gündeme geliyor:
Sahi, demokrasi gerçekten de kapitalizm için en iyi yönetim şekli mi?

15 Ekim 2011 Cumartesi

Dolar, Altın, Kriz: Paranın Siyasi Teorisine Doğru


Paranın ne olduğu ve işlevlerinin neler olduğu üzerine rivayetler muhtelif. İktisat teorisi, türlü matematiksel modellerle bir "pozitif bilim" olma iddiasını kanıtlamaya çalışsa da, tüm ekonominin üzerine yükseldiği zemin olan paranın detaylı bir analizini hanüz yapabilmiş değil. Bu mesele, kriz dönemlerinde daha yakıcı hale geliyor ve sorun şu düzeye gelip takılıyor: Dolar mı, altın mı?


Paranın gelişimi ile ilgili liberal teoriler, paranın mübadele ilişkilerini kolaylaştırmak üzere türetilen bir ölçü birimi olduğu şeklinde özetlenebilir. Hatta Keynes'e kadar panın bir ekonomi politikası olarak kullanılmasına bile olumsuz bakıldığını söyleyebiliriz. Ancak ana akım iktisadın dışına çıktığımızda, Marks'ın açıklamaları ile karşılaşıyoruz. Marks, para analizini, ortaya koyduğu genel anlizinin içine yerleştiriyor. Bu sayede para, meta ve emek gücü arasındaki bağlantıları kurarak meseleyi açıklıyor. Böyle bakıldığında, Marks da, aslında liberal iktisatçılardan çok da farklı olmayan bir şekilde, paranın mübadele ilişkilerinin sistematik hale gelmesiyle ilişkilendirerek açıklıyor. Paranın ne olduğu sorusuna çok daha detaylı bir cevap veriyor.

Marks, emeğin ikili doğasından, yani soyut emek ve somut emek kategorilerinden hareket ederek, metanın ikili doğasına, yani kullanım değeri ve değişim değeri kavramlarına yöneliyor. Para ise burada, değişim değeri yaratan soyut emek kategorisi ile bağlantılı olarak gelişiyor. Marks'ın analizinde para, liberal yaklaşımın aksine meta mübadelesini mümkün kılan unsur olarak ele alınmıyor. Tüm metaların insan enerjisinin somutlaşmış biçimleri olması, şeyler arası mübadeleyi mümün kılan unsur olarak görülüyor. Para ise, soyut emeğin ya da değişim değerinin bir biçimi olarak tanımlanıyor.

Ancak hayat, teori kadar pürüzsüz değil! Marks'ın teorisi, diğer dönemdaşları gibi, paranın da bir meta olarak değerlendirilmesine dayanmaktaydı. Bu durumda, kendisi de bir meta olan paranın kendisinin değeri de, paranın üretilmesi için gerekli olan emek zamanı ile ölçülüyordu. Ancak, para, maddi özünden sıyrılırsa ne olur? Emek değer teorisi hala geçerli olur mu? Yoksa parayı açıklamak için başka yaklaşımlardan destek mi almak gerekiyor? Bu sorular, Bretton Woods sisteminin yılıkışından bu yana yani yaklaşık 40 yıldır tartışılıyor ve henüz üzerinde uzlaşılmış bir teori yok.

Burada, ilk yaklaşım (ortodoks Marksistler ve bazı liberaller burada değerlendirilebilir), para-metanın (altın) hala varlığını sürdürdüğünü ve altın fiyatlarının izlenmesiyle bunun görülebileceğini ileri sürüyor. Gerçekten de aşağıdaki şekilde görüldüğü gibi altın fiyatarı ile ekonomik krizler arasında bağlantılar kurabilmek mümkün.
Bir diğer yaklaşım (analize daha çok devleti sokan Marksist ve post-keynesyen yaklaşımlar) ise, meta-paranın artık varlığını sürdürmediğini, ancak meta-paranın gördüğü işlevin artık devlet tarafından üstlenildiğini ileri sürmekte. İkinci yaklaşım, altının gördüğü çıpa etkisini, ekonomik birimlerin kararlarını ayarlayacakları bir referans noktası ya da bir sabite olarak değerlendirecekleri bir ölçüyü artık devletin, merkez bankaları aracılıyla yaratmaya çalıştığını ileri sürüyor. Bu yaklaşıma göre, merkez bankalarının bağımsızlaşarak siyasi iktidarların müdahale alanlarının dışına çıkarılmak istenmesinin nedeni, tam da devletin üstlendiği bu işlevin sonucu.

Ancak para konusunda tartışmalar süredursun, kesin olan şey, uluslararası para sisteminin 1970'li yıllardan bu yana krizde olduğu ve bu krizin, bir daha genel anlamda uluslararası sistemdeki bir hegemonya krizi ile bağlantılı olduğudur. Bu genel krizin özel hali ise içinden geçmekte olduğumuz krizde yaşanıyor.

Galiba, güncel krizi anlamak için yukarıdaki tartışmaları da akılda tutarak, "paranın siyasi teorisi" üzerinde biraz daha durmaya ihtiyaç var.

7 Ekim 2011 Cuma

Dünya'nın Krizi, Doların Yükselmesi: Müdahale Nereye Kadar?

Obama'nın açıkladığı plan hala uygulamaya geçmedi. Avrupa'da merkez bankası "genişleyici önlemlere devam" dedi. Yunanistan'da Troyka görüşmelerinden beklenen sonuç çıkmadı. Uzun süredir bekleyen İngiltere de sonunda oyuna dahil oldu. Krizin etkisiyle ABD-Çin ilişkileri giderek geriliyor. Ve Türkiye'de merkez bankasının müdahaleleri devam ediyor. Evet, nerede kalmıştık?


Eylül ayının ortalarında açıklanan Obama'nın kriz karşıtı planını daha önce değerlendirmiştik. Plan hala yürürlüğe girmedi ve Obama, Kongre üyelerine, planın onaylanmaması durumunda ikinci dip senaryolarının gerçekleşeceği ve işsizliğin daha da artacağı konusunda uyardı. Tabii, Obama bir yandan yaklaşan ABD seçimleri için endişeleniyor, diğer yandan da ABD için çok da alışkın olunmayan bir şekilde de gelişen Occupy WallStreet hareketinin yükselttiği baskı nedeniyle endişeleri daha da artıyor.


Avrupa'da ise, durum daha da kötüye gidiyor. Özellikle hafta başında "Yunan etkisi" ile batma noktasına gelen ilk büyük banka olan Dexia vakasından sonra, gözler diğer bankaların pozisyonlarına çevrilmiş durumda. Ancak Fransız ve Belçika hükümetleri tabii ki, bankanın batmasına izin vermeyecekleri konusunda piyasalara güven telkin ettiler.

ECB ise Trichet'in başkanlığı döneminin son toplantısında faiz indirimine gidilmeyeceği ancak, parasal genişleme sürecine devam edileceğini ilan ederek, özellikle sıkıntıya giren ülke ve bankaları fonlayacağını ilan etti.

İngiltere ise, ilan ettiği ikinci parasal genişleme programı ile müdahaleci merkez bankaları arasına katıldı. Buna göre BoE başkanı King, yaşanan krizin 1929 krizinden bu yana karşılaşılan en büyük kriz olduğunun altını çizerek, bu süreçte genişleyici para politikasının uygulanacağını ilan etti ve geçtiğimiz yıl ilan edilen 200 milyar Pound'luk ilk parasal genişlemeden sonra bu yıl da 75 milyar Pound'luk bir müdahale ile piyasayı fonlayacaklarını duyurdu. Böylelikle Cameron hükümetinin geçtiğimiz dönemde uyguladığı harcama azaltıcı ve vergi artırıcı önlemlerin tersine bir şekilde krizden çıkış için genişleyici bir politika izleneceği açıklanmış oldu. Bu arada bugün Moody's tarafından 12 İngiliz finansal kuruluşunun kredi notunun düşürülmesi, alınan bu tedbirlerin gerekçelerini açıklar nitelikte.

Geçtiğimiz günlerde gündeme gelen bir diğer önemli tartışma başlığı ise, ABD Kongresine gelen bir yasa taslağı ile ilgiliydi. Taslağa göre, ABD Çin'i doğrudan telafuz etmese de, paralarını bilerek değersiz tutan ülkeler ile yapılan ticarette ek dış ticaret vergileri konulabileceğini ilan etti. Tabii ki, Çin'in buna tepkisi sert oldu: Bu bir ticari savaş nedenidir!

Son olarak Türkiye'ye baktığımızda, hafta başından beri merkez bankasının dolara müdahalesi ile ilgili haberlerin gündemi oluşturduğunu görüyoruz. Evet, merkez bankası, Dolar'ın 1.90'lar seviyesine gelmesi üzerine güçlü bir şekilde piyasaya müdahale ederek doğrudan döviz satışına başladı. Buna ek olarak zorunlu karşılık oranlarını da indirerek dolar alım müdahalesini desteklemeye çalıştı. Peki merkez bankası ne yapmak istiyor? Ya da dolar neden yükseliyor?
Merkez bankası aslında daha önceden izlediği strateji ile uyumlu olarak, TL'nin daha fazla değersizleşmesini önleme amaçlı hareket ediyor. Ancak burada tartışılan konu, merkez bankası rezervlerinin, kriz süresince TL'yi güçlü tutmaya yetip yetmeyeceği.
Meseleyi şöyle değerlendirebiliriz. Doların yükselmesinin ya da TL'nin değersizleşmesinin gerisiineki temel neden, 2001 sonrası izlenen birikim stratejisinin kendi içsel çelişkilerinin açığa çıkmasıdır, diyebiliriz. Buna göre modelin en temel çelişkisi, yüksek cari açık vermesiydi. Bu açık, "normal" zamanlarda sermaye akımları sayesinde çok da zorlanılmadan kapatılabiliyordu. Ancak kriz döneminde bu sermaye akımlarının yavaşlaması başgösterdiği anda, cari açık daha önemli bir problem olarak ortaya çıkıyor.

Örneğin şu andaki ithalat ve ihracat oranlarına balarsak, her ay ortalama 6-7 milyar dolarlık bir açık olduğunu görebiliriz. Daha önceden bu miktarın Türkiye'ye girişinde bir sorun olmazken, şimdi yaşanan yavaşlama, doların TL karşısında değer kazanmasının temel nedeni olarak görülebilir. TL'nin değersizleşmesinin böyle bir yapısal nedeni varken merkez bankası müdahaleleri bu süreci ne kadar etkileyebilir? İşte şu anda bankanın ve aslında Türkiye ekonomisinin karşılaştığı en önemli soru bu.

İşin bir diğer yanı, yine merkez bankasının kriz sürecine faiz indirimine başvurarak, genişletici bir politika uygulamak zorunda kalmasıdır. Buna göre daha önceki dönemde yüksek faiz, sıcak para girişlerinin temel motivasyonu iken, bunun kriz sürecinde sürdürülemez olması, girişleri azaltmaktadır. Vurgulanması gereken bir başka nokta, faizlerin hala dünya ortalamasının çok üstünde seyretmesine rağmen, kriz dönemine artan risk primi nedeniyle, yabancı yatırımcıları cezbedecek bir seviyede olmadığıdır.

Dolyısıyla, kriz nedeniyle cari açığın karşılanmasında ortaya çıkan problemler ve yine kriz nedeniyle faiz oranlarının düşürülmesi, TL'nin değersizleşmesinin gerisindeki temel nedenler olarak görülebilir. Tabii ki, meselenin dış boyutu da var. Dolar, herşeye rağmen, hegemonik para olma işlevi nedeniyle, kriz dönemlerinde güvenli liman olma özelliği taşıyor ve özellikle FED'in parasal genişlemeye gitmemesi, bu özelliğini şimdilik de olsa korumasını sağlıyor. Ancak kriz derinleştiğinde ve FED'in yeni bir parasal genişleme politikası uygulayacağını ilan ettiğinde bu durumun da değişeceğini söyleyebiliriz.

29 Eylül 2011 Perşembe

Boçlanma Paradoksu ya da Devletlerin İflası

Şu sıralar gözler Avrupa üzerine odaklanmış olsa da, ABD'den gelen açıklamalar kafaların iyice karıştığını gösteriyor. İşler giderek sarpa sararken, çözüm için yapılan önerilerde de ciddi bir açmazla karşı karşıya kalınmış durumda: Borçlanma parakdoksu!

FED başkanı Bernanke, dün yaptığı açıklamalarda, ABD'de enflasyon beklentilerin düşmesi durumunda genişletici para politikası uygulayabileceklerini söyledi ve ekledi: "Eğer enflasyon veya enflasyon beklentileri ciddi bir şekilde düşerse, bu yanıt vermemiz gereken birşey olur, çünkü deflasyon istemiyoruz".

Öncelikle para basmanın sonucunda ortaya çıkacak olan çelişkileri bir kenara koysak bile, malesef, yaşanan sorun enflasyon-deflasyon ikileminin çok ötesinde. Şöyle açıklayalım.

Şu anda ABD'nin ve Avrupa ülkelerin yaşadığı sorun farklı şekilde temellense bile, krizin açığa çıkışı devlet borçlarının döndürülememesi biçiminde gerçekleşiyor. ABD ve Avrupa'da sorunlu olarak görülen, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan'ın dışında, örneğin İngiltere'nin borcu bütçesini 4 kat aşmış durumda. Özellikle borç sorunu yaşayan Avrupa ülkelerine önerilen çözüm önerisi ise, daraltıcı yönlü tasarruf tedbirleri. Bu tedbirlerin ekonomiyi daha da daraltacağı ve ekonomik büyümenin duracağı hatta resesyona girileceği ise aşikar.

Şimdi bu durumda çok önemli bir açmaz ortaya çıkıyor. Ekonomik daralmanın yaşanacağı bir dönemde, bir de tasarruf tedbirlerinin etkisi bunun üzerine eklediğimizde, borçların nasıl ödeneceği tam bir mumma haline geliyor. Zira, ekonomik daralma durumunda, bir yandan borçlar daralmayacağından, borçların bütçeye oranları daha da artmış olacak. Yani sorunlu ülkelerin borçluluk oranları daha da yükselecek.

Ancak daha önemlisi, ekonomik daralmanın yaşanacağı bir ortamda borçları ödemek için yaratılması gereken değerin yaratılamayacak olması. Yani borçların (çok iyi niyetli bir şekilde düşünürsek) ancak ekonomik büyümenin olduğu bir ortamda geri ödenebilmesi söz konusu iken, daralma ortamında borçların geri ödenebilmesi söz konusu değil. 
Dolayısıyla, Troyka toplantıları devam ededursun, 2012'de sadece Yunanistan'ın değil, diğer ülkelerin de iflasını açıklayacağını söylersek sanırım yanılmamış olacağız.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Dünya Krizi Gölgesinde Türkiye: Sahi, Bize Ne Oluyor Kuzum!

Hafta başından itibaren yine Yunanistan ve ABD bağlamında pek çok önemli gelişme yaşandı. Ancak bugün dünyada yaşanan gelişmelere değil Türkiye'ye odaklanarak, dünya krizinin gölgesinde Türkiye'nin bu krizden etkilenme biçimlerine bakacağız. Evet, bugünkü sorularımız şunlar: Dolar neden yükseliyor, büyüme ve işsizlikte önümüzdeki dönemlerde neler yaşanacak? 2001 sonrası oluşturulan modelin sonuna mı gelindi?

Öcelikle son gelişmeden başlayalım. Geçtiğimiz hafta merkez bankası Para Politikası Kurulu toplantısı yapılmıştı ancak toplantı özetleri dün yayınlandı. Merkez bankası, öncelikle durum tespiti ile başlamış: "Son dönemde açıklanan veriler yılın ikinci yarısında iktisadi faaliyetin büyüme hızında kayda değer bir düsüs olacağına isaret etmektedir", ve şöyle devam etmiş: "üretim ve siparislere dair öncü göstergeler Ağustos ayından itibaren iktisadi faaliyetteki yavaslamanın daha belirgin hale geleceğine isaret etmektedir".
Dış talep tarafına bakıldığında da yaşanan dünya krizi nedeniyle ihracatta önemli durgunluğun yaşanabileceğine işaret edilmiş ve doların hızlı yükselişi ile sağlanacak olan kur avantajının çok da etkili olmayabileceğini belirtmiş. İç talepteki gelişmeler de dış talebe paralel bir seyir izlemekte ve daralma yönünde hareket etmekte. Son olarak ekonominin genelinde görülen bu yavaşlamayla beraber işsizlik oranının yeniden yükseleceği uyarısında bulunulmuş.
Tüm bu sorunlara karşın merkez bankasının politika duruşu ise, genişleme yönünde olacak. Bir başka ifadeyle faiz aracı artık, en azından krizin en sarsıcı günleri sonrasına kadar, yukarı yönlü değil aşağı yönlü hareket edecek.

Peki tüm bunların anlamı ne? Daha önceki yazımızda belirttiğimiz büyüme büyüme modelinin sonuna mı gelindi? Ve tabii ki, Türkiye ya da Türkiye'deki farklı toplum kesimleri krizden nasıl etkilenecek?
Şöyle başlayalım.
Türkiye, 2001 krizi sonrasında Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nı uygulamaya koymuştu. Program, enflasyonu düşürme odaklı idi. Enflasyonu düşürmede, yani iç talebi düşürmede kullanılan araç ise faizdi. Faizlerin yükseltilmesi sonucunda iç talebin kısılması ve enflasyonun düşürülmesi öngörülmüştü. Ancak bu yüksek faiz politikasının dolaysız bir diğer sonucu ise, dünyada değerlenmek için karlı olanaklar arayan fonların ülkeye girişini kolaylaştırması idi. Dolayısıyla ülkeye gelen bu fonlar neticesinde döviz TL karşısında nispeten ucuzladı ve TL'nin değerlenmesi de ithalatı kolaylaştırarak, özellikle sanayi kesiminde daha fazla teknoloji yoğun üretim yapısının yerleştirilmesini hızlandırdı. Bu modelin en önemli iki çelişkisi ise, Türkiye'deki sermayenin uluslararası sermaye karşısındaki eşitsiz konumu nedeniyle cari açığın artması ve yine emek verimliliğine dayanan büyüme nedeniyle işsizliğin artmasıydı.
Evet bu model 2006 krizine kadar bu şekilde uygulandı ancak modelin içsel çelişkileri nedeniyle tıkanıklıklar başgöstermeye başladığı anda, 2008 krizi ile karşılaşıldı, ancak 2008'de modeli değiştirecek farklı uygulamalar yapılmadığından, güncel krize aynı model ile girdik.

Şu anda yaşanan süreç, 2001'den itibaren uygulanan modelin temel parametrelerinde önemli değişiklikler yapılmasını zorunlu kılıyor. Öncelikle, 2001 sonrası modelin en önemli bileşeni olan yüksek faiz politikasının, dünya krizinin gölgesinde artık daha fazla sürdürülemeyeceği görüldü ve merkez bankası bu politikasına, en azından kriz sürecinden geçerken, ara vermek durumunda kaldı. Bunun en önemli sonucu ise, yüksek faiz nedeniyle Türkiye'ye gelen fonlar vasıtasıyla dövizin baskılanmasının sonuna gelinmiş olması. Bir başka ifadeyle, merkez bankasının dövizi düşürmek için kullandığı faiz aracının kriz tarafından elinden alınmasıyla geliye sadece günlük olarak piyasa döviz satışını içeren cılız bir müdahale aracı kaldı ki bunun da etkili olmadığı, doların tüm zamanların rekorlarını kırarak yükselmesinden anlıyoruz.
2001 sonrası uygulanan model açısından bu gelişmenin sonucu, verimlilik artışına dayalı bir büyüme sürecine, en azından kriz süresince ara verilmesi, ancak bunun karşısında TL'nin değersizleşmesi nenediyle sağlanan rekabet avantajının ihracatın temel dinamiği haline gelmesinin beklenmesi. Ancak dünya krizi yaşanırken ve tüm pazarlarda daralma yaşanırken bunun gerçekleşmesini beklemek hiç gerçekçi değil.

Evet, sonuçta söylenebilecek olan 2001 sonrası model kırıldı. Ancak bunun kalıcı mı yoksa geçici mi olduğunu krizin seyri belirleyecek. Bunun dışında krizin etileri konusuna gelindiğinde ise, özellikle bu sonbahar ve kış, Türkiye'de krizin etkilerinin gözlenmeye başlanacağı bir dönem olacak. Büyüme giderek yavaşlayacak, işsizlik ise artmaya devam edecek. Ancak esas etkiler için 2012'yi beklememiz gerekiyor.
Tüm bu gelişmeler karşısında geniş toplum kesimlerinin ve nispeten daha örgütlü olduğu düşünülen kesimler olan sendikaların son sürece dair değerlendirmeleri ve bu süreçle nasıl mücadele edecekleri ile ilgili herhangi bir öngörü ile malesef henüz karşılaşmadık. Ve yine malesef, bu aşama denebilir ki Türkiye toplumunun kaderi piyasa tanrılarının elinde gibi görünüyor!

27 Eylül 2011 Salı

bir itiraf ve yeni bir plan

Finansal piyasalara bakıldığında büyük bir kaosun eşiğinde olduğumuz söylenebilir. Alessio Rastani 26 Eylül sabahı BBC news’te durumu özetledi: “Bir itirafta bulunmam gerekirse üç yıldır bu anı düşlüyorum. Her gün yatağıma gidiyor ve başka bir resesyonu düşlüyorum”.

Rastani, sadece arzularını açıklamakla kalmadı, aynı zamanda insanların aşağı yönlü risklerin egemen olduğu bir durumda para kazanabileceğini ve bir kanser gibi yayılan kriz karşısında en kötüsünün krizin çözülmesini beklemek olduğunu da söyledi. Bir gün içinde çeyrek milyon insan tarafından izlenen bu açıklama Papandreu ve Merkel’in bu akşam yapacağı konuşma öncesinde, tekrar tekrar tasarlanan Yunanistan’ı kurtarma planının da işe yaramayacağı beklentisinin yaygınlaşmasına katkıda bulundu.

Ancak yine de bu akşamki görüşme ve European Financial Stability’nin elindeki destek fonu miktarının bir buçuk ay içinde beş katına yani 2 trilyon Avroya çıkartılması tasarısı Avrupa borsalarının kısmi toparlanmasına vesile oldu. Obama dünyayı korkutan krize karşı yeterince çabuk tepki verilmediğini söyleyerek Avro bölgesi politikacılarını eleştirirken, Avro bölgesi maliye bakanlarının 8 milyar Avroluk desteğin Yunanistan’a aktarılma tarihini açıklamamaları ülkede gelecek ay kamu çalışanlarına maaşların ödenemeyeceğini muştuluyor. Yunanistan’da ise 5 ekim ve 19 Ekim’de genel grev var. Ulaşım sektöründe geçen hafta başlayan grev dalgasının diğer sektörlerde de karşılık bulması bekleniyor. Bu arada bütçe açığını kapatmak için getirilecek yeni vergi oylamasının hükümeti grevler öncesinde düşürmesi olasılıklar dahilinde.

Yeni kurtarma planı ise Avrupa Yatırım Bankası’na (EIB) onaylanan miktarda bir paranın aktarılması, AAA kredi derecesine sahip EIB’nin kuracağı bir SPV (special purpose vehicle) aracılığıyla piyasadan borçlanması ve elde kullanılabilir parayı katlamasına dayanıyor. SPV’nin piyasaya ihraç edeceği tahvil karşılığı elde edeceği gelir belki de yeni menkul kıymetleştirmeler aracılığıyla şişirilecek. Buradaki kaldıraç mantığı EIB’nin kredi notu yüksekliği sayesinde kurulacak SPV’nin düşük prim önererek para toplayacağı ve ilk elde EIB’ye tahsis edilen paranın çok daha fazlasının yeniden yapılandırma için kullanılabilecek olması anlamına geliyor.

Avro bölgesi siyaset yapıcıları rüyalarında yükselişte borsalar ve sürekli büyüyen bir ekonomi görüyor olmalılar. Uyumadan önce akıllarına menkul kıymetleştirme ve kaldıraç mantığı dışında bir şey gelmiyor. Bankaların menkul kıymetleştirme tekniklerinden esinlenilerek hazırlanılan bu plan siyaset yapıcıların piyasa mekanizmaları ve finansal innovasyonlardan faydalanarak bizzat bunlardan kaynaklanan sorunları çözmeye uğraştığını gösteriyor. Bu SPV aracılığıyla çıkartılan tahvillerin getirisinin istenilen seviyede kalması finansal yatırımcıların elde edilecek paranın Yunanistan’ı, Avro bölgesini ve Avrupa’daki bankaları kurtarmaya yeteceğine ikna olmasına bağlı. Borsa oyuncuları krizin çözülmesi beklenmeden adım atıldığı için toparlanma umudu taşıyadursunlar ve aşağı yönlü risklerin hakim olduğu bir piyasada para kazanma hesapları yapsınlar, bu planın geçerliliği EIB’ye aktarılacak ilk paranın bulunması ve başta Almanya olmak üzere Avro bölgesi hükümetlerinin katmerlenmiş bir finansal disiplini toplumlara dayatmakta başarılı olmasına dayalı. Finansal yatırımcılar, EFSF aracılığıyla hızlı bir toparlanma peşindeki plana destek olur mu sorusunun cevabını Rastani veriyor: Devlet tahvili alıp satmak ve resesyon rüyasına yatmak daha çekici...

23 Eylül 2011 Cuma

resesyon mu, savaş ve enflasyon mu?

Jonathan Nitzan ve Shimson Bichler II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin pusulasının enflasyon olduğunu vurgulayan çalışamalarında yeni bir sistemin farklılaşmacı (differential) bir birikim mantığı ile biçimlendiğini gösteriyor. Depresyon tuzağına geri dönmemenin koşulu hükümetlerin paranın değer yitirmesine razı olması. Ne de olsa parasal genişlemeye aynı oranda eşlik etmeyen bir mal ve hizmet üretimi de yıllık bileşik büyüme oranını (compound annual growth rate) % 3’ün üzerinde tutabilir.

David Harvey’in de üzerinde durduğu, bu oranda büyümenin gerekliliğine duyulan sarsılmaz inanç, oranın bunun altında kalması durumunda çanların çalmasına yol açıyor. Doktriner parasalcılık ve matematikle yoğrulmuş iktisatçı zihniyetinin reformcu bir kapitalist mantık içinde eleştirilmesi de büyüme oranına referansla hükümetleri daha radikal önlemler almaya davet edebiliyor. Ancak eli kolu kapitalizme içikin çelişkilerle baş etme konusunda o kadar rahat olmayan siyaset yapıcıları genel bir hegemonya krizi baş göstermemiş olsa dahi kapitalist devletin asli görevini yerine getirmekte zorlanıyorlar: Kapitalizmden neşet eden çelişkileri kapsamak ve devletin sınıflar üstü bir oluşum olduğu görüntüsünü sürdürmek kriz zamanlarında daha zor. Avro bölgesinde 2011’in ikinci çeyreğinde olduğu gibi % 0,2’lik bir büyüme gerçekleştiğinde bu bir felaket demek. Ancak parasal genişleme üretimin bir uzantısı olarak işlev görmesi umulan finansal sektör karlarını şişirmekten başka bir anlam ifade etmiyorsa durgunluk ve enflasyonun bir arada arz-ı endam etmesi ihtimali var. Buradan çıkış yolu kamu harcamalarında kesinti olarak kodlanıyor. Bu da yeterli olmayabilir. Daha önceki aylarda zayıf toparlanma sinyali veren ekonomilerin altındaki zemini çekiştirmeye devam eden finansal oynaklık ve 22 Eylül’de FED’in A.B.D. ekonomisiyle ilgili beklentileri açıklaması yeni bir borsa çöküşünü beraberinde getirdi. Piyasa dilini kullanırsak bir resesyonun fiyatlandığını herkesin daha kötüsünü düşündüğünü söyleyebiliriz.

Nitzan ve Bichler bize yeni bir düzen (creorder) kurulmaksızın A.B.D. üstünlüğünün devam etmesi ve enflasyonist ortamın varlığını sürdürmesi için petrol savaşlarının işlevsel olduğunu söylüyor. Resesyonun çıkışı savaş mı? Sanırım klasik emperyalizm tartışmasında kapitalizmin varlığını sürdürmesi için sermaye ihracına ihtiyaç duyduğu ve yeni pazarlar için savaşın kaçınılmazlığına dair yapılan vurguyu yeni haliyle tekrar dillendirmemiz lazım. Merkez ekonomilerde resesyondan çıkış için doların dünya parası kimliğine zarar vermeksizin enflasyonist bir ortamın hazırlanması bunun için de doludizgin A.B.D. müdahaleciliği ile petrol fiyatlarında şok arttırımlar gerçekleşmesi gerekiyor. Bu borç yükü altında A.B.D.’nin yeni bir savaşa girişmesi politika yapıcılar için dahi çılgınlık gibi görünebilir. Buna karşın felaketler çağında çılgınlıkların sıradanlaştığını hatırlatırım.

20 Eylül 2011 Salı

Bir Ay Sonra Krizin Neresindeyiz?

2008 krizinden sonra yeniden toparlanma ve dünya ekonomilerinin yeniden büyüme trendine girişi beklenirken, 2011 yılının Ağustos ayında, Avrupa ve ABD'deki devlet borçları konusu, ikinci dip beklentilerini güçlendirdi. Önceki krizde bankaları kurtaran devletlerdi. Özel zarar, merkez bankaları aracılığıyla toplumsallaştırıldı, kamu borcu haline getirildi. Şimdi tek tek ülkeler kamu borcunu ödeyemez hale geldiklerinde, onların zararlarını sosyalleştirecek haminin kim olacağı ise meçhul. Yani bankalar battığında merkez bankaları kurtarır, küçük ülkeler battığında büyük ülkeler yardıma koşar. Ancak büyük ülkeler battığında - ki bu aktüel bir olasılık- ne olacağını henüz kimse bilmiyor. Muhtemelen, krizin bu kadar yakın ve yıkıcı olarak geldiğinin "hissedilmesinin" ardında cevabı bilinmeyen bu soru yatıyor[1].
           Geçen Ay Ne oldu?
Geçtiğimiz ayın (Ağustos 2011) ilk yarısında, dünya piyasaları 2008 krizinde kaldığı yerden devam etmek üzere harekete geçti. Daha Yunanistan’ın kamu borçlarını ödeyemeyerek iflasını ilan etmesinin sınırından yeni dönülmüşken, İspanya ve İtalya’da da benzeri beklentiler ard arda yükselmeye başladı. Bunların üzerine dünyanın önde gelen kredi değerlendirme kuruluşlarından olan Standard&Poors’un (S&P) ABD’nin kredi notunu düşürmesi de eklenince, kriz beklentilerine en duyarlı alanlar olarak borsalar, dünya genelinde %4 civarında sert düşüşler yaşadı. Türkiye’de ise Merkez Bankası sürecin hemen başlangıcında olağanüstü toplanarak bir takım tedbirler almaya çalışsa da, 1-15 Ağustos arasında Türkiye krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer alarak %16’nın üzerinde borsa düşüşleri yaşadı.
Yine geçtiğimiz ay, küresel anlamda sürece müdahale eden iki temel aktör olarak iki merkez bankası vardı, European Central Bank (ECB) ve (Federal Reserve System) FED. ECB başkanı Trichet, haftanın hemen başında yaptığı açıklamada yaşananları “2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük kriz” olarak nitelendirdi. Ardından da Avrupa Birliği Finansal İstikrar Fonu'nda bulunan 440 milyar Euro’nun İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeleri kurtarmaya yetmeyeceğini ekledi. Ancak buna rağmen 2 milyar Euro tutarında İtalyan ve İspanyol devlet kâğıtlarını alarak, bu iki ülke üzerinde yoğunlaşan iflas tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı. Atlantik’in diğer yanında olan ABD’de ise, Hazine, S&P’nin kredi notu düşürmesine “teknik hata” argümanı ile itiraz ederken, FED pozisyonunu koruyarak 2013’e kadar faizleri sabit ve sıfıra yakın tutacağını ilan etti. Tüm yaşananların bir diğer önemli tarafı olan Çin ise, özellikle ABD’yi uyararak böyle devam ederse Dolar’ı rezerv para olarak tutmaktan vazgeçeceğini belirtti. İki merkez bankası müdahalesinden sonra biraz sakinleşen piyasalar ise, bu sefer Fransa’nın kredi notunun düşürüleceği “söylentisi” üzerine yeniden sert düşüşler yaşadı. Belki de Ağustos ayının ilk yarısında yaşanan gelişmeleri özetleyen değerlendirme, tartışmaların odağında olan İtalya’nın Maliye Bakanı’ndan geldi: “Kriz farklı yollar izlese de henüz bitmiş değil”.
Peki, yukarıda biraz da “piyasa dili” ile aktarılan tüm bu olan bitenin anlamı ne? The Economist’in yorumuna bakılırsa, sorunun kökeninde iflah olmaz politikacılar yatıyor. Popülistçe ve basiretsiz bir şekilde yapılan harcamalar, yaşananların temel sebebi. Ya da yine Wall Street Journal, New York Times gibi “kanaat önderi” gazetelere ve bizdeki liberal köşe yazarlarına bakıldığında mesele merkez bankaları tarafından “doğru politikaların” uygulanmamasından kaynaklanıyor. Keşke yaşananlar, liberallerin söylediği kadar “naif” olsaydı. Ancak öyle değil.
 Esas Sorun Nerede?
Esas sorun kapitalist toplumsal ilişkilerin kalbinde yer alan sermaye birikim sürecinin istikrarsız ve sürekli kriz üreten yapısında. Yani kriz, kapitalist toplumsal ilişkiler için bir “istisna” değil, “kaide” niteliğinde. Ancak mesele bunu tespit etmekle bitmiyor tabii. Kriz, basitçe, borsaların yukarı/aşağı hareketi ya da döviz kurundaki değişmelerden ibaret değil. Söz konusu olan, geniş toplum kesimlerinin günlük hayatının giderek zorlaşması, alım güçlerinin erimesi, sosyal haklarının daralması ve işsiz kalmaları gibi çok daha geniş etkiler. Ve aynı zamanda kriz anları, o zamana kadar gelen süreçlerin sorgulanması, kulakların egemen söylem dışındaki seslere daha duyarlı gelmesi ve geniş toplumsal mücadelelerin ivmelenmesi için gerekli olan “objektif” koşulları da beraberinde getiriyor. Ancak yine bu koşullar gittikçe belirsizleşen ortamda, geleceğe karşı kendilerini güvensiz hisseden geniş toplum kesimlerinin daha otoriter seslere kulak verdiği dönemler olabiliyor.
Güncel krizin temel nedenini ve mekanizmalarını açıklamak için ise, öncelikle sistemin temel işleyiş mekanizmalarını deşifre etmek gerekiyor. Buna göre kapitalist toplumsal ilişkiler sistemi, meta üretim sürecinde, canlı emek unsurunun yarattığı değerin bir kısmına el konulması ve giderek bu el konulan (artı) değerin, üretilenlerin satılması sonucunda realize olmasına dayanır. Dolayısıyla üretim alanı, sistemin merkezi olması nedeniyle, hem birikimin hem de krizlerin kalbidir. Daha çok parasal alanda olduğu düşünülen finansal işlemler ya da kredi ilişkisi ise, doğrudan üretim alanı ile bağlantılı ve onun ayrılamayan bir parçasını oluşturur. Bu anlamıyla üretim alanından kaynaklansa da yaşanan tüm krizler finansal alanda ortaya çıkar.
Bu alana biraz daha yakından bakıldığında ise, kredi mekanizmasının önemi görülebilir. Gerçekten de kredi, realize olmamış değer olarak, gelecekte üretilecek olan artı değer üzerinde hak iddiası anlamını taşıyarak ve henüz kullanıcının elinde olmayan bir parayı devreye sokarak, “muazzam meta birikimine” ulaşmanın en önemli araçlarından birini oluşturur. Yine kredi sayesinde alış ve satış arasındaki aktüalite kaldırılır ve mübadele ilişkilerine zaman boyutu eklenir. Gerek üretim sürecinde, gerekse dolaşım alanında kredinin giderek merkezi bir rol oynamasıyla beraber, bu ilişkinin kurumsallaşmış mekanları olarak bankalar ortaya çıkar ve sonunda, ulusal mekanda merkez bankası, kredi sisteminin tepesinde yer alır.
Ekonomik büyümenin sağlandığı büyüme dönemlerinde kredi ilişkisi hızla yayılır, gerek ülke ekonomisi içinde gerekse dünya çapında sonsuz kredi zincirleri oluşur. Ancak buradaki tüm beklenti, henüz var olmayan bir üretim ve bunun sonucunda elde edilecek olan (artı) değerin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesidir. Dolayısıyla kredi, kapitalist üretimin sınırlarının sürekli genişleyeceğine dair bir inançtır. Yani ekonomik büyümeyi öngörür. Kriz belirtileri ortaya çıktığında ise, kapitalistin ilk tepkisi, bunun üretim alanına yayılmasını engellemek için kredi mekanizmasını devreye sokmaktır. Bu nedenle kriz, finansal kriz olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla finansal krizler, birikim sürecindeki bir kırılmayı temsil eder, kapitalist üretimin organik bütünlüğünün zedelenmesini ifade eder.
Yukarıda kısaca özetlenen işleyiş mekanizması, aslında 1970’li yıllarda yaşanan ve kar oranlarındaki düşme eğilimi[2] ile temellenen kriz ve sonrasını anlamak için önemli ipuçlarını barındırmaktadır. Gerçekten de 1970’lerdeki üretim alanında yaşanan kriz sonrasında kredi ilişkileri devreye sokulmuş ve bu yolla kriz, sürekli geleceğe ertelenmiştir. Bu anlamıyla kredi, sermaye için geleceğe kaçış imkânı sağlamıştır. Çalışanlar açısından ise, zaten düşük olan alım gücünü koruyabilmek açısından kredi giderek önemli hale gelmiştir. Bir başka boyutu ise kredi ilişkisi, hem çalışanların geniş kesimini borçlu kılarak bağımlı hale getirme, hem de belirli bir “tüketim kalıbını” sunma anlamında ıslah etme işlevi görmüştür.
1970’lerden beri sürekli ileriye ötelenen kriz, zaman zaman ülkesel (Rusya, Arjantin Türkiye) ya da bölgesel (Doğu Asya) olarak ortaya çıksa da 2008 yılına gelindiğinde artık “kaçılacak yerin” çok sınırlı olduğu bir evreye girmiştir. Şimdi yaşadığımız süreç ise, 2008’de daha çok şirketler ve tekil bireyler düzeyinde borçların ödenememesinden, yani kredi ilişkisinin realize olamamasından kaynaklanan ve giderek finansal alana sirayet eden krizin devamıdır. 2008’de yine kapitalizme dair temel bir işleyiş mekanizması olan merkez bankaları (devlet) devreye girerek, bu özel zararlar, sosyalleştirilmiş ve borçluluk pozisyonları devlet tarafından devralınmıştır. Dolayısıyla güncel krizin devlet borçları üzerinden yaşanmasının gerisinde, 2008’deki (sermayeyi) kurtarma planları yatmaktadır.
Güncel krizin bir özelliği, devletin müdahale araçlarının giderek daha sınırlı hale gelmesidir. Örneğin 2008’de kullanılan parasal genişleme süreci şu anda FED’in gündeminde değil, zira faizler sıfıra yakın bir düzeyde. Ancak sistemin krizden çıkabilmesi, yani kamu borçlarının ödenebilmesi için öncelikle ekonomik büyümenin, yani sermaye birikim sürecinin yeniden hızlanması gerekiyor. Bu da kısa dönemde pek mümkün görünmediğine göre, riskli de olsa enflasyon yaratmak, yani tümden değersizleşmeyi sağlamak, borçları azaltmanın yollarından biri olarak öne çıkıyor. Bu ise, geliri enflasyon oranında artmayan geniş toplum kesimlerinden, geliri enflasyon oranının üzerinde artan sermaye kesimine doğru bir kaynak aktarımı ve borçların çalışanların sırtlarına yüklenmesi anlamına geliyor. Ancak bu seçenek sadece krizin faturasını çalışanların üzerine yıkmakla kalmayabilir. Zira enflasyonist bir süreç sonucunda Dolar’ın tüm dünyada değersizleşmesi söz konusu ve böyle bir durum, başta Çin olmak üzere birçok ülkenin elinde rezerv parası olarak tutulan değerlerin birdenbire büyük kayıplara uğramasına neden olacak. Bu ise, ABD’nin hegemonik devlet, Dolar’ın ise dünya parası olmasını zora sokan bir gelişme olacaktır. Yine benzer bir şekilde ECB’nin enflasyonist bir yola girmesi, zaten sallantıda olan Avrupa Para Birliği’nin tamamen yıkılmasına neden olması çok muhtemel. Bu anlamda ABD ve bir ölçüde de AB, ekonomik büyümeyi sağlama amacıyla parasal genişleme yapma, ancak bunun yaptığı anda da paralarının değersizleşmesi çelişkisi ile karşı karşıyadır.
Dolayısıyla para politikasında yolun sonuna gelinmişken, geriye sadece maliye politikasında, yani eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar ile ücretlerde kısıtlamalara yönelik önlemler almak kalıyor. Bugün İtalya’nın uygulayacağını ilan ettiği önlemler paketine bakıldığında bunu açıkça görebiliriz. Buna göre pakette yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, özel sektörde kadınlar için emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamu çalışanlarının ücretlerinin azaltılması ve işten çıkarılmaları, verimliliği artırmak için dini bayramların pazar günü kutlanması ve vergilerin yükseltilmesi gibi önlemler yer alıyor.
 Dünya Krizi ve Türkiye
Güncel krizin Türkiye’ye olası yansımalarını açıklamak için, özellikle 2001 krizi sonrasında girilen yeni dönemin temel özelliklerine kısaca değinmek gerekiyor. Buna göre, 2001 sonrasında sermaye birikimi açısından üretken sermayenin uluslararasılaşması, sürecin temel dinamiğini oluşturuyor. Bu dinamik etrafında şekillenen politikalara baktığımızda ise, kısaca şöyle bir mekanizma görülüyor: Enflasyon karşıtı mücadele için yüksek faiz politikası, bunun sonucunda yerli paranın değerli kılınması, değerli TL ile ithalatın kolaylaşması ve yüksek ihracat ve büyüme oranları ile yine yüksek cari açık. Modele biraz daha yakından baktığımızda ise, dünya pazarı ile gittikçe daha organik ilişkiler geliştiren sermaye kesimlerinin, değerli TL politikası ile dünya pazarının sağladığı olanaklardan daha fazla yararlanabildiği, bu yolla (ithalatla) üretim kapasitesini ve teknolojik donanımını yenilendiği ve uluslararası rekabette, kur avantajı yerine verimlilik artışına dayalı bir strateji izlediği görülebilir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu verimlilik artışına dayanan strateji, aynı zamanda reel ücretlerin düşürülmesi ve yüksek işsizlik oranı ile beraber gerçekleşmektedir.
Ancak özellikle 2006 yılına gelindiğinde ihracat içinde ara mal ve sermaye yoğun malların artışının sonlandığı bir döneme girilmiş ve hemen ertesinde gelen 2008 krizi ile birlikte, bu stratejide önemli revizyonlar yapılması gündeme gelmiştir. Özellikle Sanayi Bakanlığı tarafından hazırlanan Strateji Belgesi’nde ve de TÜSAİD raporlarında ipuçları görülen bu strateji değişikliği, cari açığı sürdürülemez boyuttan kurtarmayı ve orta/uzun vadede teknoloji yoğun metaların üretimine geçmeyi hedefleyen bir sanayi stratejisi şeklini almaktadır. Her ne kadar FED’in ve ECB’nin gevşek para politikası uygulaması sonucunda uluslararası sermayenin Türkiye gibi ülkelere gelmesi hala mümkün görünse de, finansal krizdeki derinleşme, bu olasılığı derhal terse çevirebilir. Bu nedenle, uluslararası piyasalarla eklemlenmiş sermaye kesimleri açısından daha istikrarlı bir büyüme stratejisi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dolayısıyla 2001 sonrası Türkiye ekonomisi, yeni bir birikim modeline geçişi ve bu model çerçevesinde devletin yeniden yapılanmasını ifade etmektedir.
Bu modelin çalışanlar açısından sonuçları ise, ithalat kolaylıkları sayesinde üretimin giderek daha fazla sermaye yoğun yöntemlerle yapılabiliyor olması nedeniyle artan işsizlik ve reel ücretlerin gerilemesidir. Gerçekten de 2001 sonrasında resmi işsizlik seviyesinin yüzde 10’lar seviyesine oturduğu, 2008 krizi gibi sıkıntılı dönemlerde ise yüzde 14’lere ulaştığı görülebilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, ekonomik büyümeden çok finansal istikrarı öne aldığını söyleyen hükümetin niyetine bakılırsa, işsizliğin daha da artacağı çok muhtemeldir. Bunun yanında, özellikle Avrupa’da meydana gelecek olan bir bunalım, Türkiye’yi en önemli ihraç pazarı olması dolayısıyla çok yakından etkileyecek ve 2008’de yaşandığından çok daha büyük ölçekli işçi çıkarmaları görülecektir.
Toparlamak gerekirse, kriz, tüm dünyada ve Türkiye’de çalışanların emeklilik, kıdem tazminatı ve sigorta gibi temel sosyal haklarının gerilemesi, özelleştirmelerin hızlanması, işsizliğin artması ve reel ücretlerin daha da baskılanmasına neden olacak. Yeni sermaye, bir kez daha krizin faturasını çalışanlara kesecek. Ancak tabii ki bu bir kader değil. Kriz aynı zamanda, yukarıda belirtildiği gibi, gözlerin alternatifleri aradığı bir dönem. Yunanistan parlamentosunun önündeki protesto görüntüleri henüz İspanya ve İtalya’da görülmedi. Ancak İngiltere’de yaşananlar ve Orta Doğu’da yeniden ısıtılan savaş gündemi, önümüzdeki sürecin geniş çaplı toplumsal mücadeleler sonucunda şekilleneceğini gösteriyor. Son olarak şunu belirtmek gerekiyor: Hiçbir dönemde kapitalizm, krizler nedeniyle kendiliğinden ortadan kalkmadı ve muhtemelen de kalkmayacak, eğer var olan sistemin ötesinde başka bir dünya düşlüyorsak, krizin bu sistemi yıkacağı kolaycılığına kapılmamamız gerekiyor.

[1] Bu yazı, Mesele Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Bilindiği gibi Marksist gelenek içinde zengin bir kriz tartışması vardır. Kar oranlarının düşme eğilimi, uzun dalgalar, eksik tüketim, kar sıkışması, aşırı birikim teorileri ilk başka akla gelen açıklama çerçeveleridir. Bu teorilerin derli toplu bir değerlendirmesi ve Türkiye bağlamında tartışılması için, Melda Ö. Yaman’ın (2008) “Geç Kapitalistleşme Sürecinde Kriz” çalışmasına bakılabilir.