31 Ağustos 2011 Çarşamba

Eylül'e Girerken: Kriz Karşıtı Önlemler Gündemde!

Eylül ayı, süregelen kriz açısından bir dizi kararların alınacağı beklentisinin oluşması yüzünden, en az Ağustos kadar önemli olacağa benziyor. Kriz gündemini takip ettiğimizde, "ikinci dip" tartışmalarının hala en üst basamaklarda olduğunu görüyoruz. Beklenen, bunun ne zaman yaşanacağı.
Buna karşın özellikle ABD'de kriz karşısında alınacak önlemler giderek belirginleşmeye başlıyor, tanıdık bir hikaye yeniden gündeme geliyor: Talep yönetimi politikaları.
Avrupa'da resesyon beklentisi hala yüksek ve krizin patlak vermesinde etkili olan Yunanistan'ın borç sorunu yeniden gündemde.
Türkiye mi? Kriz bizi teğet geçiyor canım!

Evet, Eylül ayından beklenenler yüksek. Daha önce belirttiğimiz gibi Eylül'de ABD'de yeni bir ekonomik paket açıklanacağı ilan edilmişti. Bu planın ne olacağı henüz tam olarak netleşmese de, hem federal hükümetin hem de FED'in beraberce adım atacağı bir ekonomik önlemler listesinin hazırlandığı görülebiliyor. FED'in atması muhtemel olan adımlara daha önce değinmiştik. Son durumda önceki değerlendirmemizi yenileyecek bir gelişme olmadığından, FED'in pozisyonunu değiştirmeye çok niyetli olmadığını söyleyebiliriz. Durum böyleyken, Bernanke, son yaptığı açıklamada topu maliye politikasına atarak, üzerindeki baskıyı bir nebze olsun azaltmaya çalışsa da, gerektiğinde parasal genişleme için kullanılacak araçlarının hala mevcut olduğunu ve konunun Eylül'deki FED toplantısında görüşüleceğini söyledi.
Obama yönetimi ise, krizden çıkış için ekonomi politikalarında Keynesyen tedbirleri anımsatacak uygulamalara yöneleceği doğrultusunda sinyaller vermeye başladı. Bu sinyallerden ilki,  Muhafazakar iktidarlar döneminde herhangi bir işlevi olmayan ancak son dönemde iş dünyasının şimşeklerini üzerine çeken Ulusal Emek İlişkileri Kurulu'nun (National Labor Relations Board), krize karşı bir kurumsal düzenleme aracı olarak yeniden devreye sokulması. Esasında Kurul, 1929 krizi sonrasında uygulamaya konan ve çalışanların sendikalarda örgütlenme, toplu sözleşmeyapma ve grev haklarının düzenleyen 76 yıllık bir kanuna dayanıyor.
Bir diğer gelişme ise, Obama'nın Ekonomik Danışmanlar Konseyi'nin başkanı olarak bir çalışma ilişkileri uzmanı olan Alan B. Krueger'ı ataması.  Krueger'ın dikkat çeken özelliği ise, yüksek asgari ücret uygulamasını savunması. Bu iki gelişmeyi beraber düşündüğümüzde ise, ekonomik büyümenin tekrar gerçekleşmesi için talep yönetimi politikalarının yeniden gündemde olduğunu söyleyebiliriz.

Obama yönetimi kriz karşıtı önlemler için çalışadursun, ekonomideki "ikinci dip" beklentileri hala yüksek. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise, meselenin teknik-iktisadi bir konu olmaktan çok siyasi-iktisadi bir konu olması. Bu açıdan bakıldığında belki de 2011 krizinin en önemli özelliklerinden biri, bu krizde bir "kurtarıcı haminin" olmaması ya da hegemonik bir devletin çıkıp yeni düzene şekil vermesi gibi bir durumun söz konusu olmaması. ABD kendi derdine düşmüş durumda, Avrupa ülkeleri ise para birliğini kurtarmanın derdinde. Çin ise, Amerikan ekonomisinin yeniden düzelmesi için duacı! Dolayısıyla ortada bir hegemonik devlet statüsünde olan bir ülke olmadığından, sistem açısından sorun daha da karmaşıklaşıyor. Her ne kadar, G-7 toplantılarıyla ya da mekez bankaları arasında yürütülmeye çalışılan koordinasyon sağlama çabası devam etse de, hala farklı ülkeler farklı refleksler vermeye devam ediyor ve edecek. Dolayısıyla güncel kriz sadece borsaların dalgalanmasıyla görülen ve ekonomist uzmanların tartışdığı bir mesele olmaktan çıkıp, kısa sürede iktisadi/siyasi yani toplumsal bir düzeye sıçrayacak ve yine krizin küresel karakteri nedeniyle de tüm ülkeler tarafından sarsıcı bir şekilde hissedilecek gibi görünüyor.

Avrupa'daki yavaşlama beklentileri ise temel olarak Almanya'nın büyümesinin durmasına dayanıyor. Resesyon beklentileri artarken diğer yandan da, Yunanistan için hazırlanmaya çalışılan yeni kurtarma planı için Avro bölgesinden çatlak sesler çıkmaya başladı. Finlandiya çatlak seslerin başını çekse de diğer ülkelerin de, Yunanistan'a verdikleri borçların geri ödenmesi konusunda garanti istedikleri görülüyor.

Krizin gelişimi ile ilgili yapılan değerlendirmelere bakıldığında ise, Stiglitz, gelişmekte olan ülkelerin, merkez ülkelerdeki bir ekonomik daralmaya, kendi iç piyasalarına dönerek aşabileceklerini ileri sürüyor. Ancak, örneğin Çin gibi bir ülkenin kendi iç pazarına dönmesi öyle bir günde gerçekleştirilebilecek bir değişiklik değil ve hatta bu, tüm devlet sistemini etkileyen bir dönüşüm sürecini tetikleyebilir. Diğer "büyük" ülkeler için de benzer durum söz konusu. Türkiye'ye baktığımızda ise, iç pazara yönelme denemeyecek olsa da, ihracatta kullanılan ithalatının bir kısmının yurt içinde üretilmesine dair tasarıların gündemde olduğunu söyleyebiliriz.. Eylül ayında güncellenecek olan Orta Vadeli Plan ve yeni yılın bütçesinde, bu gelişmenin ilk emarelerini görebileceğiz. Ancak tüm bunlar, Stiglitz'in dediği kadar kolay ve gelişmekte olan ülkeleri krizden sakınacak adımlar değil elbette.

Rubini ise, son yazılarından birinde, krizin gelişimini özetledikten sonra, hükümetlerin kriz karşısında aldıkları tedbirlerin işe yaramadığını, para ve maliye politikasında yolun sonuna gelindiğini, enflasyonun ise uluslararası rezerv parada sorunlar yaratacağı gerekçesiyle sağlıklı bir yol olmadığını belirtiyor ve ekliyor: Anglo-Sakson tarzı serbest piyasa ve Avrupa tarzı borç yüküne dayalı sosyal devlet uygulamaları, son krizle beraber çökmüş durumda. Ancak buna karşın Rubini sistemten ümidini kesmiş değil, özellikle istihdam yaratacak ve ekonomik büyümeyi yeniden harekete geçirecek "uygun" düzenlemelerin yapılması halinde, işlerin yoluna girebileceğini düşünüyor.

Yukarıda aktardığımız beklentiler ve tahminlerdan çok daha somut olan bir gerçeklik ise işsizlik! Önümüzdeki günlerin neleri getireceğine dair ilk işaretler, Amerika'nın en büyük bankalarından olan Bank of America'dan geldi. Banka, 2500 kişilik işçi çıkarma hamlesinden sonra 3500 kişiyi daha işten çıkarma kararını geçtiğimiz günlerde açıkladı.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

bir AA+ bir BBB alalım, bir de Eurobond lütfen

A.B.D.’nin kredi notunu düşürmeyen Fitch’in kararı ve Sarkozy ile Merkel’in yeni bir Eurozone ekonomi yönetimi oluşturulacağı açıklamaları kısa ve orta vadede ekonomik büyümeyi geri getirmeyecek. Muhtemel oynaklığın önüne geçmek amacıyla finansal yatırımcılara telkinde bulunmanın ötesinde anlam taşımayan bu kararların sonuçları kısa süre içinde yansımalarını gösterecek. Bununla yetinemeyen piyasacı ekonomistler ve finansal yatırımcılar A.B.D.’nin hem kamu harcamalarını kısıp hem de kaynakları verimli bir şekilde kullanması, Avro bölgesi ülkelerinin de ortak bir Eurobond çıkararak Avrupa Merkez Bankası’nın başı sıkışan ülkenin tahvillerini alması uygulamasının son bulması önerilerini dillendiriyorlar.

Kredi derecelendirme kuruluşlarının (KDK) aldığı kararları bu ışıkta değerlendirelim. Bir KDK’nın yatırımcılara hangi ülkenin ne gibi sıkıntılarla malul olduğu konusunda bilgi vermesi ve ülkenin borç servisi hakkında kanaat yaratması bekleniyor. Kredi notunda oynaklıklar bono ve tahvil satışı aracılığıyla borçlanma karşılığında ödenecek primin miktarını belirlemede dolaylı bir rol oynuyor. Her ne kadar P.I.G.S. (Portekiz, Irlanda, Yunanistan, İspanya) olarak kısaltılan ülkelerin kredi notları borç servisi sorunları ve genel makroekonomik veriler ışığında 2010’da düşürüldüyse de kredi drecelendirme kuruluşlarının notları ile kriz arasındaki ilişki biraz sıkıntılı.

Kredi notunun değiştirilmesinin doğrudan sermaye hareketlerine etkide bulunacağını düşünmemek gerekli. Finansal yatırımcıların çeşitlilik sergilediği ve ülke iflasları ihtimali üzerinden de finansal yatırım yapıldığı düşünüldüğünde etkinin dolaylı olduğunu belirtmek gerekliyor. Buradaki dolayımlardan birisi borçluluk. Notun yükselmesiyle borçlanma maliyetinin düşmesi ve bunun borç servisini kolaylaştırması bekleniyor. Tersi de geçerli. Ancak bu dolayım bir kısır döngü yaratmaya da muktedir. Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi ekonomik gidişatı tam anlamıyla yatırımcılara aksettiremediği kanısındaki KDK’lar kriz patlak verdiğinde hedefteki ülkenin tahvilini junk statüsüne düşürüp ülkenin borçlanma maliyetinin azalmasına vesile olacak not değişikliğinin ne kadar zor gerçekleşeceğini açıklıyorlar. Borçlanma maliyeti azalmadığı müddetçe krizden çıkış gözükmüyor. Eurozone krizinde görüldüğü üzere art arda kararlarla European Financial Stability Facility’nin borçlanma kapasitesinin arttırılması gerekiyor.

İstisna dünya parasını basan ve dünya tahvilini çıkartan A.B.D. Kredi notu düşen A.B.D.’nin tahvil getiri eğrisine bakıldığında örneğin 10 yıllık tahvil getirisinde Ağustos ayı içinde önemli değişiklikler olmadığı görülebilir. Geçtiğimiz iki hafta içindeki oynaklık Fannie Mae ve Freddi Mac’e el konulması öncesi ve sonrasındaki istikrarsızlıkla ve bunun tahvil getirilerine olan yansımasıyla karşılaştırıldığında önemsiz kalıyor. Bunun nedeni de çoğu merkez bankasının bu tahvilleri elinde tutmaya devam etmesi. Oysa 27 Nisan 2011’de Yunanistan’ın kredi notunun junk statüsüne düşürülmesi ile 10 yıllık tahvillerin getirisinde 0,82’lik bir artış gerçekleşmiş, Yunanistan’ın CDS baz puanı 1345’e fırlamıştı.

ABD tahvillerinin junk statüsüne düşürülmesi öncesinde bir hayli zaman geçmesi ve çok sayıda savaş yaşanması gerekiyor. O zamana kadar dikkat edilmesi gereken husus kredi notu değişikliğinin A.B.D. tahviline olan talebi azaltmamış olması. A.B.D. depresyon ve banka iflasları eşiğinde faizleri sıfıra yakın tutarak ve kamu harcamalarını kısarak (kısmayı planlayarak) bekleyişini sürdürüyor. A.B.D.’nin bir ülke olarak eyaletleri ya da county’leri kurtarabilmesi söz konusu olabiliyorsa, bir Avro bölgesi tahvili (Eurozone bond) çıkararak ortak bir borçlanma mekanizması oluşturulması aracılığıyla P.I.I.G.S. (İtalya’yı eklersek) kurtarılabilir şeklinde düşünülüyor. Peki çıkarılacak ortak Avro bölgesi tahvilinin kredi notu ne olacaktır. AAA mı? Çin ya da Brezilya dolar bazında çıkartılan tahvilleri satıp Eurozone bond’lara rağbet eder mi? Sahi makroekonomik veriler dikkate alındığında ve olası bir tahvilin olası yüksek kredi notunun arkasındaki ülke olarak nitelenebilecek Almanya %0,1 büyümeye devam ederse ne olur? Almanya’nın çalışkanlığından bahseden yorumcuların arsızlığı ile uğraşmamak lazım. Ancak yeni açıklanan rakamlar onlara bir şey anlatmıyorsa da olası bir Eurobond ve getiri eğrisinin seyri çözümsüzlüğü daha net açıklayabilir; çünkü Eurozone bond’un kredi notu ve bu notun değiştirilmesi ile gerçekleşecek oynaklık dünya tahvilinin getiri eğrisinin seyrinden çok Yunanistan tahvillerindeki oynaklığa yaklaşacaktır.

16 Ağustos 2011 Salı

Büyüme Yavaşlıyor, Enflasyon Hızlanıyor, Bunalım Derinleşiyor: Nerede Kalmıştık?

Almanya ve Çin'in büyümesi yavaşlıyor, İngiltere'de enflasyon beklentilerin çok üzerinde çıktı, ABD'de yeni plan hazırlıkları başladı. Türkiye'de de Orta Vadeli Program'ın revizyonu gündemde. Ve Rubini bir kez daha yineledi, "Marks haklıydı". Evet, nerede kalmıştık?

Geçtiğimiz haftaki toz dumanın ardından son gelişmeleri özetleyerek başlayabiliriz. Geçtiğimiz haftanın en önemli gelişmesi, Avrupa'nın lokomotifi olan Almanya'dan gelen ikinci çeyrek verileri. Buna göre Almanya'daki büyüme verileri, henüz krizin etkileri gün yüzüne çıkmamışken, yani Nisan-Haziran arasında binde 1 oranında gerçekleşti. Yani ekonomik büyüme durma noktasına geldi. Buna geçtiğimiz günlerde gelen Fransa'nın büyüme rakamlarını da eklediğimizde, Kıta Avrupa'sının iki büyük ekonomisinin en azından büyük bir sıkıntı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu iki ülkedeki büyüme trendleri bu şekilde devam ederse (ki krizin etkileriyle daha da kötüleşmesi çok muhtemel) yıl sonunda resmen resesyona girmeleri kesin gibi görünüyor.

Krizin göbeğinde olan İtalya ise, 45 milyar Euro'luk yeni tedbirler paketini geçtiğimiz günlerde açıkladı. Paket dahilinde sadece yerel yönetimlerden en az 50.000 kişinin işten çıkarılması öngörülüyor.  Paketin geri kalanı ise şöyle:
-yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, 
-özel sektörde kadınlar için emeklilik yaşının yükseltilmesi, 
-kamu çalışanlarının ücretlerinin azaltılması, 
-verimliliği artırmak için dini bayramların pazar günü kutlanmasını ve 
vergilerin yükseltilmesi.
Berlusconi'nin bu programı İtalyan parlamentosundan geçirmesi için 60 günü var. Görültüğü gibi bu "kurtarma" programı, çalışanların tüm haklarını ellerinden almaya yönelmiş durumda ve bir anlamda tam bir protopit plan.

Diğer yandan, Avrupa'dan ayrı durmaya çalışan İngiltere'de Cameron hükümeti, karşılaştığı isyanların şokuyla uğraşadursun, krizin etkilerinin hissedilmesiyle birlikte, yönelmeye başladığı otoriter uygulamaları daha da yoğunlaştırmak zorunda kalacağa benziyor. Açıklanan Temmuz ayı verilerine göre Britanya'daki enflasyon beklentilerin iki katını aşarak %4.4 seviyesine ulaşmış bulunuyor. Ancak bunun karşılığında, Bank of England'ın enflasonla mücalede etmek için faiz aracını kullanması, kriz ortamında neredeyse imkansız. Zira zaten ekonomik büyüme bir problem iken, faizleri artırmak, ülkeyi büsbütün krize sürükleyebilir.

ABD'deki borç sorunundan, rezervlerinin dolar olarak tutması nedeniyle en çok tedirgin olan Çin ekonomisi ise hala % 9'ların üzerinde büyümesine rağmen, en büyük pazarı olan Avrupa ve ABD'deki yavaşlamadan nasibini alacak gibi görünüyor. Bu yavaşlamada Çin hükümetinin faizleri artırmasının etkisi olsa da, esas etkinin dünyadaki kriz beklentilerinden geldiğini söylemek yanlış olmaz. Günümüzde dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve deyim yerindeyse dünyanın fabrikası olan Çin, ısrarla Batılı hükümetleri güvenilir mali tedbirler almaları için uyarıyor, zira Batı durgunluğa girerse, bundan en az Batılılar kadar Çin de etkilenecek. Tabii burada çok spekülatif olsa da şu soru akla geliyor. Peki, neredeyse dünya nüfusunun dörtte birini barındıran Çin, dünya krizinden etkilenmemek için iç pazarına dönerse ne olur?

Gelelim ABD'ye. Geçtiğimiz hafta önemli eyaletlerinden biri olan Alabama'daki iflastan sonra Başkan Obama, Eylül ayından ekonomik krizden çıkış için yeni bir plan hazırladıklarını açıkladı. Planda ne olacağı henüz kesin değil, ama yapılan açıklamalara göre planın "çok net" olacağı ilan ediliyor! ABD'nin krizden çıkış için çok fazla seçeneğinin kalmadığını daha önceden söylemiştik. Ancak kısaca tekrarlamak gerekirse, FED'in faizleri 2013 yılına kadar sıfıra yakın tutacağını açıklamasından sonra para politikası alanında yapılacak çok da fazla bir şey kalmamıştı (enflasyon yaratma gibi çok riskli bir kumar oynamak dışında). Maliye politikasında ise daraltıcı önlemler alması gündemde. Ancak şu andaki mesele % 9'ların üzerinde olan işsizlik rakamları ve bunun kısa vadede azaltabilecek herhangi bir ekonomik büyüme emaresi de ufukta görünmüyor. Durum böyleyken, Eylül planında ne açıklanacağını gerçekten merak ediyoruz!

Türkiye'ye baktığımızda ise dolardaki dalgalanmaların ve borsa zikzaklarının sürdüğü görülüyor. Ekonomiden sorunlu Başbakan Yardımcısı Babacan, geçen hafta yaptığı açıklamada, Eylül ayından Orta Vadeli Program'ın revize edileceğini ve burada, ithalat bağımlılını azaltmak adına sektörel anlamda "kısmi ithal ikamesi" uygulayabileceklerini ilan etti. Bu konu çok su kaldırır, o nedenle tartışmasını bir başka yazıya bırakacağız ancak ilk elden söylenebilecek şu, Türkiye'deki uluslararasılaşmış sermaye kesimlerinin uzun süreden beri cari açığa işaret etmeleri ve yeni bir sanayi politikası gerekliliği üzerinde durmaları, ilk sonuçlarını veriyor.

Son olarak bu aralar pek sesi soluğu çıkmayan Dünya Bankası Başkanı'nın dünya ekonomisinin "tehlikeli bölgede" olduğu uyarısına değindikten sonra, modern zamanların kahini olan Prof. Rubini kendisinden beklenen açıklamayı yaptı: "Marks haklıydı, sitem kendi kendine çökebilir!". Rubini'nin bunu hangi matematiksel modelden çıkardığını net olarak bilemiyoruz, çünkü internet sitesindeki bilgilere ancak para verilerek ulaşılabiliyor! Ancak Marks'ın haklı olduğu konusunda değil ama sistemin kendi kendine çökeceği konusunda söylediklerine pek kulak asmamak gerekiyor. Zira bir toplumsal ilişkiler bütünü olaran kapitalizm tarihte hiçbir zaman kendiliğinden çökmedi. Şimdilik söylenebilecek olan, kapitalizmin kendiliğinden çökeceğini umarak beklemenin kimseye bir yararının olmadığı !

9 Ağustos 2011 Salı

Pazartesi ve Salı "Kara" İdi, Peki Ya Sonrası?

Avrupa Birliği Merkez Bankası Başkanı Jean-Claude Trichet, dün, içinden geçtiğimiz krizin önemine işaret ederken güncel krizi "2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük kriz" olarak nitelendirdi. Ardından da Avrupa Birliği Finansal İstikrar Fonu'nda bulunan 440 miyar euronun İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeleri kurtarmaya yetmeyeceğini ekledi. Ülke hükümetlerinin alacağı istikrar tedbirlerinin çıkış için önemli olduğunu belirtti.
E, AB Merkez Bankası açıklama yapar da bizimkisi aşağı kalır mı! Geçtiğimiz günlerde aldığı kararlardan sonra piyasa tarafından anlaşılamamaktan muzdarip olan TCMB ise, sonunda gerekçelerini açıkladı: Durgunluk bekliyorum!
Son olarak beklenen FED açıklaması ise, "pozisyon koruma" yönünde geldi.
Evet, Pazartesi ve Salı "kara" idi, Peki ya sonrası?

Merkez bankası tarafından yapılan açıklamanın özellikle 9. ve 10. maddesinde, meramını açıkça ifade etmiş. Dünya genelinde yavaşlama olabilir (biz bunu resesyon beklentisi olarak okuyabiliriz). Özellikle Türkiye'deki ihracatın önemli pazarlarından olan Avrupa'da meydana gelebilecek olan bir durgunluk sonucunda üretim yapısının dış talep boyutu geriler. İç talepte ise, hem kredi genişlemesine karşı alınan önlemler, hem de güncel kriz nedeniyle gerileme sürebilir. Sonuç: "önümüzdeki dönemde iktisadi faaliyetin hızında bir süredir gözlenen yavaşlamanın devam edeceği tahmin edilmektedir".

Merakla beklenen FED toplantısı sonucunda ise, ekonomik büyümenin beklentilerin çok altında gerçekleştiği, işsizliğin arttığı ve ekonomik toparlanmanın oldukça yavaş olacağının beklendiği belirtildi ve sonuç olarak daha önce de belirttiğimiz gibi bir açmazda olan durumu nedeniyle pozizyonunu koruyarak herhangi bir stratejik hamle yapmadı.2013 yılına kadar faizleri değiştirmeyeceğini ilan ederek, en azından şimdilik yeni bir genişleme programı uygulayarak doların dünya değerini düşürecek bir politika izlemeyeceğini ilan etti. Bunda Çin'in yaptığı uyarılar ne kadar etkili bilemiyoruz ancak, ABD ekonomisinin resesyona girmesinden itibaren (ki gelişmeler bunu gösteriyor) FED'in politika değiştireceğini beklemek çok muhtemel.

O zaman şu sorular gündeme geliyor:
  • Krizin hangi aşamasındayız?

  • 2008'deki gibi "köpük" değerler üzerinden çıkan ve bankacılık krizi olarak ortaya çıkan krizden, giderek devlet borçlarından oluşan bir evreye geçilirken, bu iki kriz birbirinin devamı mı?

  • Peki bu iki aşamadan sonra, eğer dünyada ekonomik büyüme sağlanamazsa etkileri çok daha geniş kapsamlı bir evreye mi geçeceğiz?

  • Tüm bu süreçlerden geniş toplum kesimleri nasıl etkilenecek?

Tartışmaya devam edeceğiz.

FED Toplantısı, Dünya Parası ve Doların Geleceği: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var Mı?

Bugün sabah yapılan yorumlarda FED toplantısından çok fazla bir şey beklenmiyordu. Zira FED'in ve genel olarak para politikasının müdahale edecek çok fazla aracı ve manevra alanı kalmamıştı gerçekten de. Peki neden?

Bilindiği gibi ABD belli düzeylerde sorugulanır olsa da, gerek ekonomik kapasitesi, gerek siyasi ve askeri güç anlamında hala dünyanın hegemon devleti. Basitçe söylemek gerekirse de, hegemon devlet, aynı zamanda hegemon parayı yani dünyada dolaşımda olan rezerv parayı ya da uluslararası sistemin üzerine bina edildiği dünya parasını yönlendirmekle de yükümlü. Ancak burada ciddi açmazlar var.

1970'lerin sonralarındaki krizi düşünürsek, Bretton Woods sisteminin, yani doların ner an ve her şart altında altına çevrilebilirliğinin garantilendiği bir sistemin çözüldüğünü hatırlayabiliriz. Dolayısıyla şu anda uluslararası sistemin dolara dayalı olarak sürmesi, bu paranın altına endekslenmesi sonucunda oluşan güvene değil, bizzat ABD'nin güvenilirliğine bağlı. Dolayısıyla zaten 1970'lerden beri uluslararası para sisteminin bu kaygan zemin üzerinde hareket ediyor. Buradan son S&P kararının neden bu kadar önemsendiğinin gerisinde yatan nedenleri anlayabiliriz sanıyorum.

Ancak az önce belirttiğimiz gibi hegemon devlet olmak, her istediğini yapabilmek anlamına gelmiyor. Yine 1970'lerin sonu ve 1980'lerin başını hatırlarsak, ABD diğer ülkelerle ve özellikle de Japonya ve Almanya ile olan rekabette giderek gerilere düşmekteydi. Bunun karşısında, verimlilik alanında giderek erozyona uğrayan rekabet üstünlüğünü yeniden alabilmek için doları nispi olarak değersizleştirerek ihracatını artırma yolunu tercih etti. Ancak bu, 1945'den beri taahhüt edilen doların altınla bağlantısını kesmesi anlamına da geliyordu. Ve bu durumda ABD, doğal olarak dünya sistemini değil, kendi ekonomisini düşünerek Bretton Woods sistemini ortadan kaldırmaktan çekinmedi.

Buna benzer bir süreç 1980'lerin başında da yaşanmıştı. Yine 1970'lerdeki kriz sonrasında yüksek enflasyon oranlarının görülmesi, enflasyon karşıtı para politikalarının uygulanmasını gündeme getirmişti. 1979'dan 1987'ye kadar FED başkanlığı yürüten P. Volcker ile simgeleşen bu enflasyon karşıtı politikada ABD faiz oranlarını agresif bir şekilde yükseltti. Ancak faizlerin yükseltilmesi, aynı zamanda Meksika başta olmak üzere bir çok geç kapitalistleşmiş ülkede (Türkiye dahil) borç krizlerine neden oldu.

Bugün gelinen noktada ABD ve FED yine bir ikilem ile karşı karşıya. Ya krizden çıkış ve piyasaları teskin etmek için (ne kadar olabilirse artık!), doların dünya genelindeki değerinin düşmesini göze alara, piyasaya bol dolar pompalamaya tekrar başlayacak, ki bu durumda başta Çin olmak üzere bir çok ülkedeki dolar rezervlerinin bir anda değersizleşmesi anlamına geliyor. Ya da bu aracı kullanmayıp, ülke içinde harcama azaltıcı tedbirlerin uygulanmasını bekleyecek.

Evet, bekleyip, göreceğiz.

bugünün takası yarına kalırsa

Yunanistan’da 28-29 Temmuz’daki grevlerin siyasal sonuçlarını henüz bilmiyoruz. Ancak Yunan borcunun yeniden yapılandırılması için öne sürülen programlarda borcun geri ödemesinin orijinal getiri hesaba katıldığında (bankaların açıkladığı rakama göre) ortalama % 21’lik bir kesintiyle yapılması Avrupa Birliği bürokratları ve borç yeniden yapılandırılmasına katkı sunacak özel sektör temsilcileri tarafından kabul edilmiş görünüyor.

Ortalık Yunan borcu açısından şimdilik sakin. İtalya, İspanya ve belki Belçika tahvilleri yeni hedef, A.B.D.’nin kredi notunun tarihinde ilk kez düşürülmesi ve sonrasında borsalarda başlayan çalkantı ön planda. Avrupa Markez Bankası Mayıs 2010’da Yunan tahvilleri almaya başlayarak gösterdiği desteğin bir benzerini 8 ve 9 Ağustos’ta İtalyan ve İspanyol tahvillerini alarak gösteriyor.

Şimdiki durgunluk Yunan borcu açısından yeni bir fırtına öncesi sessizlik olabilir. 21 Temmuz’daki toplantıda European Financial Stability Facility’nin destek kapasitesini arttırma yönünde ve 440 milyar euro’luk bir borç verme kapasitesi sağlama doğrultusunda alınan kararın sonuçları 2011 sonbaharında Eurozone bölgesindeki ülkelerin toplu onayı görülmeden geçerlilik taşımıyor. Ancak yine de planda Eurozone üyelerinin uygun faizle (109 milyar euroya kadar) Yunanistan’a borç vermeleri söz konusu ve bu paket borcun ödenmesi umutlarını arttırmış görünüyor. Buna ek olarak, Yunan tahvillerini elinde tutan özel sektörün de plana dahil edilip bazı fedakarlıklarda bulunacağından söz ediliyor.

Literatürde borç yeniden yapılandırmalarında yeni yapılandırmada gördüğümüz kesintiler için kullanılan terim “haircut”. Kapitalize edilmiş getiri ile birlikte borç kağıdının sembolize ettiği toplam paranın azalması borç yeniden yapılandırmalarında sık görülen bir durum. Ancak bu tarz bir yeniden yapılandırma, sadece ve sadece borcun geri ödenemeyeceği anlaşıldığında ya da kamunun borç geri ödemesini yapamayacağını ilan ettiği durumda geçerli. Yunan devleti Arjantin’in 2001’de yaptığına benzer bir ilanda bulunmadı. Bunun nedeni bu ilanın kendisinin ellerinde 60 milyar dolar civarında Yunan tahvili tutan Fransız ve Alman bankalarını kısa süre içinde oldukça zor duruma düşürecek olması. Kredi Temerrüt Takası primleri yatırımcılardan almış ancak şimdi bir geri ödemede bulunmak istemeyen finansal sigorta şirketlerinin konumu da burada etkili olabilir. Bunun yerine borcun bu haliyle geri ödenemeyeceği yeniden yapılandırma planlarının oluşturulması sırasında uzun vadeli (15 yıla kadar) Yunan tahvilerinin yatırımcıya kazandıracağı getiri üzerinden yapılan hesaplamalarla açığa çıkıyor. Burjuvazinin samimi yayın organı Economist, International Institute of Finance’in % 90’lık başarı beklentisi açıkladığını söylüyor. Ancak gönüllü yeniden yapılandırmada “haircut” (saç kesimi) oranı gibi katılım da ancak anlaşma imzalandıktan sonra ya da takas gerçekleştikten sonra netlik kazanacaktır.

İki noktayı tekrar hatırlatalım: Yunanistan’ın borç geri ödeme kapasitesine dair olan algı Yunanistan sokaklarında devam eden mücadele ve hükümetin aldığı kararların uygulanmasıyla oldukça ilişkili. Bu nedenle Syntagma meydanına asılan her pankartın, Atina sokaklarındaki her yürüyüşün yoğun bir anlamı var. Ancak Yunanistan’ın borcunun ödenmeyeceği ilan edilirse ya da finansal yatırımcılara “bu kadar ödüyoruz” mesajı verilirse esaslı bir saç kesimi gerçekleşebilir. İkincisi Yunanistan borcunun yüksek faiz ödemeleri nedeniyle herhangi bir şekilde azalması söz konusu değil. Buna karşın kriz yönetiminde bulunanların bu kadar uzun süre yeni ödeme planları üzerinde tartışması mezarlıktan geçerken ıslık çalmaya ya da “ümüğünü sıkarım” diyen kabadayının ne olursa olsun borcu ödetirim inancına benziyor. Oysa kriz bizimle ve şimdilik hiçbir yere gitmiyor.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Bugün Ne Oldu?

Güne tüm dünya genelinde büyük düşüşlerle başlayan piyasalar, AB merkez bankasından, G7 demeçlerinden, Obama'nin sakinleştirici çağrılarından ve en önemlisi dün Greenspan'in yaptığı aciklamadan huzur bulamadi. Avrupa, Asya ve ABD'de ortalama %3 düşüşle günü kapattı. Hadi diğerleri neyse de, Greenspan'in açıklamalarından değil piyasalar, kimsenin huzur bulması gerçekten de mümkün değildi!
Türkiye'de ise günlük %7.2'lik, haftalık olarak baktığımızda ise % 15'e yakın oranda borsa kayıplarının yaşandığı bir gün oldu ve hatta borsanın kapatılması gündeme geldi.
Sahi, onca toz dumanı biraz aralarsak, bugün ne oldu ?

Avrupa Merkez Bankası, İtalya ve İspanya'ya birer batık şirket muamalesi yaparak, çıkardıkları hükümet senetleriniden 2 milyar euro'luk alım yaptı. Böylelikle bu iki ülkenin boçları, Avrupa coğrafyasının genelinde sosyalleştirilmiş oldu. Bu ise, orta vadede Avrupa'da sosyal hakların biraz daha kısıtlanması ve ücretlerin aşağı yönlü olması anlamına geliyor. Bu süreçte başı çeken ülkeler olarak Fransa ve Almanya, krizden çıkışın Avrupa coğrafyasının genelinde kemer sıkma tedbirlerinin uygulanması yani emeğin sosyal haklarındaki kısıtlamalar ve devlet harcamalarının azaltılmasına bağlı olduğunu belirterek, bir çeşit IMF rolü oynamakta.

Diğer yandan İtalya'da, tüm olan bitenle ilgili muhaliflerin sesleri de giderek daha yüksek tondan duyulmaya başladı. Yakın zamanda Yunanistan parlamentosu önündeki görüntüleri İtalya'da da görmek çok mümkün. Zaten İspanya'da süregelen gösteriler Zapareto'yu giderek sıkıştırıyor. Durum böyleyken Yunanistan'da Papandreu'nun tüm çalışanları karşısına alarak yaptığını İtalya'da Berlusconi yapamayıp kemer sıkma tedbirlerini uygulayamazsa, o zaman İtalya'ya boç veren ülkeleri ve bankaları, Papa bile kurtaramayacak.

ABD ise, hala S&P'nin kararı ile uğraşıyor. Olay ABD Hazine'si ile S&P arasondaki bir söz düellosuna dönmüş durumda. Durum böyle iken bir başka önemli kredi değerlendirme kuruluşu Moody's de, S&P'nin imdadina yetişerek, eğer ABD kendisine çeki düzen vermezse kendisinin de 2013'e kadar ABD'nin kredi notunu düşürebileceğini söyledi. Tüm bunlar yaşanırken Kongre de durumun değerlendirilmesi ve bütçe tedbirlerinin genişletilmesi için yeni bir komite kurma arayışına girdi ve gözler yarınki FED toplantısına çevrildi.

Gelelim Türkiye'ye.
Aslında gün beklendiği gibi borsa düşüşleri ile başlandı ve yine beklendiği gibi düşüşlerle bitti! Ama sanırım pek muhterem piyasalarımız düşüşün bu kadarını beklemiyordu. Ve mesele dönüş dolaşıp merkez bankasının piyasayı yeterince yönlendirememesine kilitlendi kaldı.
Oysa Merkez bankası başkanı Başçı, önce "aslında çözümler gayet basit. Bir likidite desteği ve inanılır mali uyum planı gerekiyor" diyerek Avrupa'yı kurtardı, ardından da Türkiye için "Piyasada TL likidite ihtiyacında artış olursa onu kolaylıkla sağlayacak imkana sahibiz. İkinci bir kanal döviz satış ihaleleri, gerekirse tutarı artırabiliriz. Gerekli olursa tutar yarın 70 milyondolar olabilir. İhtiyaç olursa yabancı para zorunlu karşılıklarında gerekirse daha adım atılabilir. Merkez Bankası olarak biz hazırız" dedi ve "her iki yönde de faiz aracını kullanabilecek durumdayız" diye de ekledi.

Ancak tüm mesele şu: 2001'den itibaren oluşturulan değerli TL ile ithalatı kolaylaştırıp, uluslararası rekabete sermaye yoğun malları kullanarak girişmeye hevesli bir sermaye kesimi ile daha çok kur avantajından yararlanarak ihracat yapan diğer sermaye kesimi arasındasındaki kapışma sürerken MB krizin etkileri savuşturup stratejiyi devam ettirmeye çalışıyor.
Devamı yarına...

7 Ağustos 2011 Pazar

Krizi Çözecek Olan Enflasyon Mu?

Önceki gün gerçekleşen kredi notu şokundan sonra, ABD hazinesi S&P'nin yaptığı hesaplama hatası üzerinde dururken, Kongre üyeleri, kredi değerlendirme kuruluşlarının siyasi karar alma süreçlerinin davranışlarını önceden tahmin edemeyeceğini söyleyerek tepki gösterdiler. Ancak Stiglitz ya da Rogoff gibi ekonomistlere baktığımızda ilginç değerlendirmeler gelmeye devam ediyor.
Gerek Stiglitz'in gerekse Rogoff'un söylediklerindeki ortak yan ise, nostaljik bir şarkıyı yeniden hatırlatır nitelikte. Enflasyon aslında iyi bir şeydir!
Peki bunca yıllık enflasyon karşıtı mücadeleden sonra, enflasyon neden kurtuluş reçetesi olarak görülmeye başladı.

Stiglitz, yüce gönüllü bir liberal olarak, ekonomik toparlanmanin kolay olmayacağını, V şeklinde bir hareketten çok L şeklindeki bir hareketin yaşanacağını ve bunun en temel sonucunun uzun ve yüksek oranlı işsizlik olacağını söylüyor. Devamında ise, borsalarda yaşanan olumsuzluğun ardından harcama daraltıcı önlemlerin geleceği, bunun ise işsizliğin artması, ücretlerin düşürülmesi ve insanların daha fazla çalışması ile sonuçlanacağını söylüyor. Rogoff ise, neredeyse herkes gibi, ekonomik toparlanmanın çok güç olduğunu ve klasik çözümlerin artık işlemediğini belirtiyor. Rogoff'un çıkış reçetesi ise, ironik bir şekilde, azılı bir enflasyon karşıtı olarak, yüksek enflasyon. Enflasyonun borçları eriterek, hokus pokusla yok edebileceğini düşünüyor. Yani sorumluluğun borçludan alacaklıya aktarılmasını öneriyor.

Bu iki öneriyi biraraya getirdiğimizde ise, eski bir çözümü yeniden canlandırdıklarını görüyoruz. Şöyle başlayalım: Bilindiği gibi devletin ekonomiye müdahale araçlarının en önemlilerinden biri para. Özellikle kriz zamanlarında bu araç daha çok öne çıkıyor. Örneğin 1930'lu yıllarda Keynes'in krizden çıkış için önerdiği temel mekanizmalardan biri, üretimin yeniden artırılması için gerekli olan harcama azaltımında, eğer ücretleri düşüremiyorsan, yani işçi sınıfı güçlü ise, enflasyon yarat, nasil olsa çalışanlar sabit gelirli olduğu için, enflasyon karşısında reele ücretler düşecektir. Dolayısıyla paranın değerinin düşürülmesi anlamına gelen enflasyon toplumda yaratılan değerin, sabit gelirlilerden, geliri enflasyon oranının üzerinde artırabilme olanağı olanlara doğru, yani ücretlilerden sermayeye aktarılması anlamına geliyor. Dolayısıyla bu bilinen bir hikaye idi, uygulandu ve gerçekleşti.
Her ne kadar durum farklı olsa da, temel mekanizmalarda büyük benzerlikler olması nedeniyle ya da sistem içinde çok da başka alternatif olmaması nedeniyle, yeniden benzer bir öneri geliyor. Peki bunun anlamı ne? Aslında bunun anlamını Stiglitz söylemiş, önümüzdeki dönem eğer önerildiği üzere bir yüksek enflasyon dönemi yaşanırsa, borçlar alacaklıların sorumluluğuna yüklenecek, ancak bunun karşılığında paranın ya da emek gücünün değerlizleşmesi sonucunda reel ücretler üzerinde baskı kurularak yeniden karlılık ortamı yaratılarak büyüme dönemine geçilecek.
Tabi bu söylendiği gibi yapılabilecek bir şey değil. Zira böyle bir reçete geniş toplum kesimleri açısından bir yıkım anlamına geliyor. Her ne kadar dünya genelinde muhalif kesimlerin kafası karışık, sesleri kısık olsa da, böyle bir süreçte neyin ne olacağını kimse kestiremeyebilir.
Bir diğer boyut ise, doların böyle bir sürece dayanıp dayanamayacağı. Zira söz konusu ABD ve dolar olunca, kendi içersini düzenlemek amacıyla uygulayacağı bir enflasyononist politika, doların dünya rezerv parası olarak değersizleşmesine neden olacaktır ki, başta Çin olmak üzere böyle bir süreçten dünyanın geri kalanının da etkilenmemesi mümkün değil.
Bakalım, tarihin çıkınından daha hangi öneriler çıkarılıp önümüze sunulacak.
İzleyelim, göreceğiz.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Merkez Bankası Ne Yapmak İstiyor

MB'nin son aldigi kararlardan sonra, esas olarak neyi amaçladığının tam olarak anlaşılmadığı görülüyor. O zaman biz de anlamaya çalışalım.
Türkiye ekonomisi 2001 krizi sonrasında, giderek üretken sermayenin uluslararasılaştığı bir evreye girdi. Bu artık belli bir olgunluğa erişen sermaye kesimleri açısından küresel aktör olma anlamına geliyor. Ve yine bu, uluslararası piyasalarla çok daha fazla ve niteliksel olarak organik bir ilişkiyi gerektiriyor. 2001 sonrasında bunun çerçevesi ise, devletin kurumsal yeniden yapılanmasını beraberinde getirdi.
Bu uluslararsı entegrasyonda, yerli sermaye uluslararası sermaye ile asimetrik bir ilişkide olduğundan, yani teknoloji yoğun üretim açısından henüz bu aşamaya geçiş sürecinde olduğundan, cari açık kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Yani ihracat için ithalat daha fazla önemli hale geliyor. Kabaca, ana eğilim bu yönde diyebiliriz.
Şimdi modelde döviz kuru, giderek daha önemli bir parametre olarak karşımıza çıkıyor. Şöyle ki, eğer uluslararası entegrasyonun daha da derinleşmesi ve bu alanda rekabet etmek isteniyorsa, ki tüm amaç bu, yerli paranın rekabetçi bir şekilde değersizleştirilmesi ve bu yolla iç kaynaklara dayanan bir üretimden ziyade, ucuz döviz sayesinde dış kaynak kullanımının kolaylaştırılması ile daha rekabetçi fiyatlama elde edilebiliyor. Yani uluslararasılaşan sermaye, kolaylaşan ithalat nedeniyle, ki bu da kur sayesindedir, üretim sürecindeki tüm girdileri dünya pazarının olanaklarını kullanarak en ucuza temin etme kabiliyetini artırıyor ve bu yolla ihracat artırılabiliyor.
Ancak bu strateji giderek daha fazla sermaye yoğun üretim yapısını gerektirdiğinden ve de üretimde daha fazla ithal ara mal kullandığından dolayı, yakalanan yüksek büyüme oranları,  işsizliğin azalmasını sağlayamıyor. E, bu durum da zaten, mevcut çalışanlar üzerinde bir ücret baskısı yarattığına göre, çok önemli bir sorun olarak görülmüyor. Yine yüksek oranlı işsizliğin sürekli kılınması için uygulamaya konan sosyal yardım porjeleri de bu genel stratejiyi destekler doğrultuda.
Gelelim, bu stratejinin uygulanması için gerekli olan ortamın nasıl sağlandığına. Burada da 2001 sonrası süreçte ekonomi yönetiminde giderek öne çıkan TCMB'yi görüyoruz. Merkez bankası'nın kriz anında ve ilk yıllarda enflasyonu düşürmek için kullandığı yüksek faiz politikası, enflasyon daha makul bir seviyeye indikten sonra, artık kur üzerinde baskı kurmayı amaçlayan bir yönde şekillenmeye başladı. Dolayısıyla yukarıda ifade edilen model açısından MB için önemli olan kurun belli bir seviyede tutulabilmesi, TL'nin giderek değersizleşmesinin engellenmesi. Çünkü dünya piyasasının olanaklarını kullanarak diğerleriyle rekabet eden uluslarasılaşmış sermaye kesimleri için bunun dışındaki seçenekler, önemli bir strateji değişikliği anlamına gelir ve bu da kısa vadede pek kolay gerçekleştirilecek bir değişim değil.
Yani burada genel strateji açısından faiz oranları, ithalatı kolaylaştıran bir kur yapısını sağlamak üzerine konumlandırılıyor demek yanlış olmaz sanırım. Bu ise faizin, uluslararası sermayeyi (sıcak ya da değil) cezbedebilecek bir seviyeye göre ayarlanması anlamına gelir ki yapılan da bundan ibaret.

Dolayısıyla MB son aldığı önlemlerle, Avrupa'da ve ABD'de yaklaşan bir küçülme dönemi için, Türkiye'deki üretim yapısının sürdürülmesinin koşullarını hazırlamaya çalışıyor. Bu doğrultuda bir yandan ihracatı desteklemek için ve ihracat da ithalata bağlı olduğu için TL'deki yüksek oranlı değersizleşmelerin önüne geçmek ve bunun için faizlerin bunu sağlayacak şekilde düzenlenmesini sağlanıyor, diğer yandan da bu mekanizmayı bozabilecek olan ani çıkışların, yani kur şoklarının önüne geçilmesine yönelik önlemler alınıyor.
Buna göre MB son aldığı kararlarla politika faizini 50 baz puan düşürerek giderek yaklaşan durgunluğa karşı önlem almak isterken, faiz koridorunu radikal bir şekilde 350 baz puan daraltarak da, TL'nin güçlü tutulması yönündeki temel stratejisi ile uyumlu hareket ediyor. Yine döviz karşılık oranlarının azaltılması ve döviz ihaleleri ile TL'nin değersizleşmesini önleme hameleleri de, izlenen genel strateji ile uyumlu.