29 Eylül 2011 Perşembe

Boçlanma Paradoksu ya da Devletlerin İflası

Şu sıralar gözler Avrupa üzerine odaklanmış olsa da, ABD'den gelen açıklamalar kafaların iyice karıştığını gösteriyor. İşler giderek sarpa sararken, çözüm için yapılan önerilerde de ciddi bir açmazla karşı karşıya kalınmış durumda: Borçlanma parakdoksu!

FED başkanı Bernanke, dün yaptığı açıklamalarda, ABD'de enflasyon beklentilerin düşmesi durumunda genişletici para politikası uygulayabileceklerini söyledi ve ekledi: "Eğer enflasyon veya enflasyon beklentileri ciddi bir şekilde düşerse, bu yanıt vermemiz gereken birşey olur, çünkü deflasyon istemiyoruz".

Öncelikle para basmanın sonucunda ortaya çıkacak olan çelişkileri bir kenara koysak bile, malesef, yaşanan sorun enflasyon-deflasyon ikileminin çok ötesinde. Şöyle açıklayalım.

Şu anda ABD'nin ve Avrupa ülkelerin yaşadığı sorun farklı şekilde temellense bile, krizin açığa çıkışı devlet borçlarının döndürülememesi biçiminde gerçekleşiyor. ABD ve Avrupa'da sorunlu olarak görülen, İrlanda, Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan'ın dışında, örneğin İngiltere'nin borcu bütçesini 4 kat aşmış durumda. Özellikle borç sorunu yaşayan Avrupa ülkelerine önerilen çözüm önerisi ise, daraltıcı yönlü tasarruf tedbirleri. Bu tedbirlerin ekonomiyi daha da daraltacağı ve ekonomik büyümenin duracağı hatta resesyona girileceği ise aşikar.

Şimdi bu durumda çok önemli bir açmaz ortaya çıkıyor. Ekonomik daralmanın yaşanacağı bir dönemde, bir de tasarruf tedbirlerinin etkisi bunun üzerine eklediğimizde, borçların nasıl ödeneceği tam bir mumma haline geliyor. Zira, ekonomik daralma durumunda, bir yandan borçlar daralmayacağından, borçların bütçeye oranları daha da artmış olacak. Yani sorunlu ülkelerin borçluluk oranları daha da yükselecek.

Ancak daha önemlisi, ekonomik daralmanın yaşanacağı bir ortamda borçları ödemek için yaratılması gereken değerin yaratılamayacak olması. Yani borçların (çok iyi niyetli bir şekilde düşünürsek) ancak ekonomik büyümenin olduğu bir ortamda geri ödenebilmesi söz konusu iken, daralma ortamında borçların geri ödenebilmesi söz konusu değil. 
Dolayısıyla, Troyka toplantıları devam ededursun, 2012'de sadece Yunanistan'ın değil, diğer ülkelerin de iflasını açıklayacağını söylersek sanırım yanılmamış olacağız.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Dünya Krizi Gölgesinde Türkiye: Sahi, Bize Ne Oluyor Kuzum!

Hafta başından itibaren yine Yunanistan ve ABD bağlamında pek çok önemli gelişme yaşandı. Ancak bugün dünyada yaşanan gelişmelere değil Türkiye'ye odaklanarak, dünya krizinin gölgesinde Türkiye'nin bu krizden etkilenme biçimlerine bakacağız. Evet, bugünkü sorularımız şunlar: Dolar neden yükseliyor, büyüme ve işsizlikte önümüzdeki dönemlerde neler yaşanacak? 2001 sonrası oluşturulan modelin sonuna mı gelindi?

Öcelikle son gelişmeden başlayalım. Geçtiğimiz hafta merkez bankası Para Politikası Kurulu toplantısı yapılmıştı ancak toplantı özetleri dün yayınlandı. Merkez bankası, öncelikle durum tespiti ile başlamış: "Son dönemde açıklanan veriler yılın ikinci yarısında iktisadi faaliyetin büyüme hızında kayda değer bir düsüs olacağına isaret etmektedir", ve şöyle devam etmiş: "üretim ve siparislere dair öncü göstergeler Ağustos ayından itibaren iktisadi faaliyetteki yavaslamanın daha belirgin hale geleceğine isaret etmektedir".
Dış talep tarafına bakıldığında da yaşanan dünya krizi nedeniyle ihracatta önemli durgunluğun yaşanabileceğine işaret edilmiş ve doların hızlı yükselişi ile sağlanacak olan kur avantajının çok da etkili olmayabileceğini belirtmiş. İç talepteki gelişmeler de dış talebe paralel bir seyir izlemekte ve daralma yönünde hareket etmekte. Son olarak ekonominin genelinde görülen bu yavaşlamayla beraber işsizlik oranının yeniden yükseleceği uyarısında bulunulmuş.
Tüm bu sorunlara karşın merkez bankasının politika duruşu ise, genişleme yönünde olacak. Bir başka ifadeyle faiz aracı artık, en azından krizin en sarsıcı günleri sonrasına kadar, yukarı yönlü değil aşağı yönlü hareket edecek.

Peki tüm bunların anlamı ne? Daha önceki yazımızda belirttiğimiz büyüme büyüme modelinin sonuna mı gelindi? Ve tabii ki, Türkiye ya da Türkiye'deki farklı toplum kesimleri krizden nasıl etkilenecek?
Şöyle başlayalım.
Türkiye, 2001 krizi sonrasında Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı'nı uygulamaya koymuştu. Program, enflasyonu düşürme odaklı idi. Enflasyonu düşürmede, yani iç talebi düşürmede kullanılan araç ise faizdi. Faizlerin yükseltilmesi sonucunda iç talebin kısılması ve enflasyonun düşürülmesi öngörülmüştü. Ancak bu yüksek faiz politikasının dolaysız bir diğer sonucu ise, dünyada değerlenmek için karlı olanaklar arayan fonların ülkeye girişini kolaylaştırması idi. Dolayısıyla ülkeye gelen bu fonlar neticesinde döviz TL karşısında nispeten ucuzladı ve TL'nin değerlenmesi de ithalatı kolaylaştırarak, özellikle sanayi kesiminde daha fazla teknoloji yoğun üretim yapısının yerleştirilmesini hızlandırdı. Bu modelin en önemli iki çelişkisi ise, Türkiye'deki sermayenin uluslararası sermaye karşısındaki eşitsiz konumu nedeniyle cari açığın artması ve yine emek verimliliğine dayanan büyüme nedeniyle işsizliğin artmasıydı.
Evet bu model 2006 krizine kadar bu şekilde uygulandı ancak modelin içsel çelişkileri nedeniyle tıkanıklıklar başgöstermeye başladığı anda, 2008 krizi ile karşılaşıldı, ancak 2008'de modeli değiştirecek farklı uygulamalar yapılmadığından, güncel krize aynı model ile girdik.

Şu anda yaşanan süreç, 2001'den itibaren uygulanan modelin temel parametrelerinde önemli değişiklikler yapılmasını zorunlu kılıyor. Öncelikle, 2001 sonrası modelin en önemli bileşeni olan yüksek faiz politikasının, dünya krizinin gölgesinde artık daha fazla sürdürülemeyeceği görüldü ve merkez bankası bu politikasına, en azından kriz sürecinden geçerken, ara vermek durumunda kaldı. Bunun en önemli sonucu ise, yüksek faiz nedeniyle Türkiye'ye gelen fonlar vasıtasıyla dövizin baskılanmasının sonuna gelinmiş olması. Bir başka ifadeyle, merkez bankasının dövizi düşürmek için kullandığı faiz aracının kriz tarafından elinden alınmasıyla geliye sadece günlük olarak piyasa döviz satışını içeren cılız bir müdahale aracı kaldı ki bunun da etkili olmadığı, doların tüm zamanların rekorlarını kırarak yükselmesinden anlıyoruz.
2001 sonrası uygulanan model açısından bu gelişmenin sonucu, verimlilik artışına dayalı bir büyüme sürecine, en azından kriz süresince ara verilmesi, ancak bunun karşısında TL'nin değersizleşmesi nenediyle sağlanan rekabet avantajının ihracatın temel dinamiği haline gelmesinin beklenmesi. Ancak dünya krizi yaşanırken ve tüm pazarlarda daralma yaşanırken bunun gerçekleşmesini beklemek hiç gerçekçi değil.

Evet, sonuçta söylenebilecek olan 2001 sonrası model kırıldı. Ancak bunun kalıcı mı yoksa geçici mi olduğunu krizin seyri belirleyecek. Bunun dışında krizin etileri konusuna gelindiğinde ise, özellikle bu sonbahar ve kış, Türkiye'de krizin etkilerinin gözlenmeye başlanacağı bir dönem olacak. Büyüme giderek yavaşlayacak, işsizlik ise artmaya devam edecek. Ancak esas etkiler için 2012'yi beklememiz gerekiyor.
Tüm bu gelişmeler karşısında geniş toplum kesimlerinin ve nispeten daha örgütlü olduğu düşünülen kesimler olan sendikaların son sürece dair değerlendirmeleri ve bu süreçle nasıl mücadele edecekleri ile ilgili herhangi bir öngörü ile malesef henüz karşılaşmadık. Ve yine malesef, bu aşama denebilir ki Türkiye toplumunun kaderi piyasa tanrılarının elinde gibi görünüyor!

27 Eylül 2011 Salı

bir itiraf ve yeni bir plan

Finansal piyasalara bakıldığında büyük bir kaosun eşiğinde olduğumuz söylenebilir. Alessio Rastani 26 Eylül sabahı BBC news’te durumu özetledi: “Bir itirafta bulunmam gerekirse üç yıldır bu anı düşlüyorum. Her gün yatağıma gidiyor ve başka bir resesyonu düşlüyorum”.

Rastani, sadece arzularını açıklamakla kalmadı, aynı zamanda insanların aşağı yönlü risklerin egemen olduğu bir durumda para kazanabileceğini ve bir kanser gibi yayılan kriz karşısında en kötüsünün krizin çözülmesini beklemek olduğunu da söyledi. Bir gün içinde çeyrek milyon insan tarafından izlenen bu açıklama Papandreu ve Merkel’in bu akşam yapacağı konuşma öncesinde, tekrar tekrar tasarlanan Yunanistan’ı kurtarma planının da işe yaramayacağı beklentisinin yaygınlaşmasına katkıda bulundu.

Ancak yine de bu akşamki görüşme ve European Financial Stability’nin elindeki destek fonu miktarının bir buçuk ay içinde beş katına yani 2 trilyon Avroya çıkartılması tasarısı Avrupa borsalarının kısmi toparlanmasına vesile oldu. Obama dünyayı korkutan krize karşı yeterince çabuk tepki verilmediğini söyleyerek Avro bölgesi politikacılarını eleştirirken, Avro bölgesi maliye bakanlarının 8 milyar Avroluk desteğin Yunanistan’a aktarılma tarihini açıklamamaları ülkede gelecek ay kamu çalışanlarına maaşların ödenemeyeceğini muştuluyor. Yunanistan’da ise 5 ekim ve 19 Ekim’de genel grev var. Ulaşım sektöründe geçen hafta başlayan grev dalgasının diğer sektörlerde de karşılık bulması bekleniyor. Bu arada bütçe açığını kapatmak için getirilecek yeni vergi oylamasının hükümeti grevler öncesinde düşürmesi olasılıklar dahilinde.

Yeni kurtarma planı ise Avrupa Yatırım Bankası’na (EIB) onaylanan miktarda bir paranın aktarılması, AAA kredi derecesine sahip EIB’nin kuracağı bir SPV (special purpose vehicle) aracılığıyla piyasadan borçlanması ve elde kullanılabilir parayı katlamasına dayanıyor. SPV’nin piyasaya ihraç edeceği tahvil karşılığı elde edeceği gelir belki de yeni menkul kıymetleştirmeler aracılığıyla şişirilecek. Buradaki kaldıraç mantığı EIB’nin kredi notu yüksekliği sayesinde kurulacak SPV’nin düşük prim önererek para toplayacağı ve ilk elde EIB’ye tahsis edilen paranın çok daha fazlasının yeniden yapılandırma için kullanılabilecek olması anlamına geliyor.

Avro bölgesi siyaset yapıcıları rüyalarında yükselişte borsalar ve sürekli büyüyen bir ekonomi görüyor olmalılar. Uyumadan önce akıllarına menkul kıymetleştirme ve kaldıraç mantığı dışında bir şey gelmiyor. Bankaların menkul kıymetleştirme tekniklerinden esinlenilerek hazırlanılan bu plan siyaset yapıcıların piyasa mekanizmaları ve finansal innovasyonlardan faydalanarak bizzat bunlardan kaynaklanan sorunları çözmeye uğraştığını gösteriyor. Bu SPV aracılığıyla çıkartılan tahvillerin getirisinin istenilen seviyede kalması finansal yatırımcıların elde edilecek paranın Yunanistan’ı, Avro bölgesini ve Avrupa’daki bankaları kurtarmaya yeteceğine ikna olmasına bağlı. Borsa oyuncuları krizin çözülmesi beklenmeden adım atıldığı için toparlanma umudu taşıyadursunlar ve aşağı yönlü risklerin hakim olduğu bir piyasada para kazanma hesapları yapsınlar, bu planın geçerliliği EIB’ye aktarılacak ilk paranın bulunması ve başta Almanya olmak üzere Avro bölgesi hükümetlerinin katmerlenmiş bir finansal disiplini toplumlara dayatmakta başarılı olmasına dayalı. Finansal yatırımcılar, EFSF aracılığıyla hızlı bir toparlanma peşindeki plana destek olur mu sorusunun cevabını Rastani veriyor: Devlet tahvili alıp satmak ve resesyon rüyasına yatmak daha çekici...

23 Eylül 2011 Cuma

resesyon mu, savaş ve enflasyon mu?

Jonathan Nitzan ve Shimson Bichler II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin pusulasının enflasyon olduğunu vurgulayan çalışamalarında yeni bir sistemin farklılaşmacı (differential) bir birikim mantığı ile biçimlendiğini gösteriyor. Depresyon tuzağına geri dönmemenin koşulu hükümetlerin paranın değer yitirmesine razı olması. Ne de olsa parasal genişlemeye aynı oranda eşlik etmeyen bir mal ve hizmet üretimi de yıllık bileşik büyüme oranını (compound annual growth rate) % 3’ün üzerinde tutabilir.

David Harvey’in de üzerinde durduğu, bu oranda büyümenin gerekliliğine duyulan sarsılmaz inanç, oranın bunun altında kalması durumunda çanların çalmasına yol açıyor. Doktriner parasalcılık ve matematikle yoğrulmuş iktisatçı zihniyetinin reformcu bir kapitalist mantık içinde eleştirilmesi de büyüme oranına referansla hükümetleri daha radikal önlemler almaya davet edebiliyor. Ancak eli kolu kapitalizme içikin çelişkilerle baş etme konusunda o kadar rahat olmayan siyaset yapıcıları genel bir hegemonya krizi baş göstermemiş olsa dahi kapitalist devletin asli görevini yerine getirmekte zorlanıyorlar: Kapitalizmden neşet eden çelişkileri kapsamak ve devletin sınıflar üstü bir oluşum olduğu görüntüsünü sürdürmek kriz zamanlarında daha zor. Avro bölgesinde 2011’in ikinci çeyreğinde olduğu gibi % 0,2’lik bir büyüme gerçekleştiğinde bu bir felaket demek. Ancak parasal genişleme üretimin bir uzantısı olarak işlev görmesi umulan finansal sektör karlarını şişirmekten başka bir anlam ifade etmiyorsa durgunluk ve enflasyonun bir arada arz-ı endam etmesi ihtimali var. Buradan çıkış yolu kamu harcamalarında kesinti olarak kodlanıyor. Bu da yeterli olmayabilir. Daha önceki aylarda zayıf toparlanma sinyali veren ekonomilerin altındaki zemini çekiştirmeye devam eden finansal oynaklık ve 22 Eylül’de FED’in A.B.D. ekonomisiyle ilgili beklentileri açıklaması yeni bir borsa çöküşünü beraberinde getirdi. Piyasa dilini kullanırsak bir resesyonun fiyatlandığını herkesin daha kötüsünü düşündüğünü söyleyebiliriz.

Nitzan ve Bichler bize yeni bir düzen (creorder) kurulmaksızın A.B.D. üstünlüğünün devam etmesi ve enflasyonist ortamın varlığını sürdürmesi için petrol savaşlarının işlevsel olduğunu söylüyor. Resesyonun çıkışı savaş mı? Sanırım klasik emperyalizm tartışmasında kapitalizmin varlığını sürdürmesi için sermaye ihracına ihtiyaç duyduğu ve yeni pazarlar için savaşın kaçınılmazlığına dair yapılan vurguyu yeni haliyle tekrar dillendirmemiz lazım. Merkez ekonomilerde resesyondan çıkış için doların dünya parası kimliğine zarar vermeksizin enflasyonist bir ortamın hazırlanması bunun için de doludizgin A.B.D. müdahaleciliği ile petrol fiyatlarında şok arttırımlar gerçekleşmesi gerekiyor. Bu borç yükü altında A.B.D.’nin yeni bir savaşa girişmesi politika yapıcılar için dahi çılgınlık gibi görünebilir. Buna karşın felaketler çağında çılgınlıkların sıradanlaştığını hatırlatırım.

20 Eylül 2011 Salı

Bir Ay Sonra Krizin Neresindeyiz?

2008 krizinden sonra yeniden toparlanma ve dünya ekonomilerinin yeniden büyüme trendine girişi beklenirken, 2011 yılının Ağustos ayında, Avrupa ve ABD'deki devlet borçları konusu, ikinci dip beklentilerini güçlendirdi. Önceki krizde bankaları kurtaran devletlerdi. Özel zarar, merkez bankaları aracılığıyla toplumsallaştırıldı, kamu borcu haline getirildi. Şimdi tek tek ülkeler kamu borcunu ödeyemez hale geldiklerinde, onların zararlarını sosyalleştirecek haminin kim olacağı ise meçhul. Yani bankalar battığında merkez bankaları kurtarır, küçük ülkeler battığında büyük ülkeler yardıma koşar. Ancak büyük ülkeler battığında - ki bu aktüel bir olasılık- ne olacağını henüz kimse bilmiyor. Muhtemelen, krizin bu kadar yakın ve yıkıcı olarak geldiğinin "hissedilmesinin" ardında cevabı bilinmeyen bu soru yatıyor[1].
           Geçen Ay Ne oldu?
Geçtiğimiz ayın (Ağustos 2011) ilk yarısında, dünya piyasaları 2008 krizinde kaldığı yerden devam etmek üzere harekete geçti. Daha Yunanistan’ın kamu borçlarını ödeyemeyerek iflasını ilan etmesinin sınırından yeni dönülmüşken, İspanya ve İtalya’da da benzeri beklentiler ard arda yükselmeye başladı. Bunların üzerine dünyanın önde gelen kredi değerlendirme kuruluşlarından olan Standard&Poors’un (S&P) ABD’nin kredi notunu düşürmesi de eklenince, kriz beklentilerine en duyarlı alanlar olarak borsalar, dünya genelinde %4 civarında sert düşüşler yaşadı. Türkiye’de ise Merkez Bankası sürecin hemen başlangıcında olağanüstü toplanarak bir takım tedbirler almaya çalışsa da, 1-15 Ağustos arasında Türkiye krizden en çok etkilenen ülkeler arasında yer alarak %16’nın üzerinde borsa düşüşleri yaşadı.
Yine geçtiğimiz ay, küresel anlamda sürece müdahale eden iki temel aktör olarak iki merkez bankası vardı, European Central Bank (ECB) ve (Federal Reserve System) FED. ECB başkanı Trichet, haftanın hemen başında yaptığı açıklamada yaşananları “2. Dünya Savaşı'ndan sonraki en büyük kriz” olarak nitelendirdi. Ardından da Avrupa Birliği Finansal İstikrar Fonu'nda bulunan 440 milyar Euro’nun İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeleri kurtarmaya yetmeyeceğini ekledi. Ancak buna rağmen 2 milyar Euro tutarında İtalyan ve İspanyol devlet kâğıtlarını alarak, bu iki ülke üzerinde yoğunlaşan iflas tehlikesini bertaraf etmeye çalıştı. Atlantik’in diğer yanında olan ABD’de ise, Hazine, S&P’nin kredi notu düşürmesine “teknik hata” argümanı ile itiraz ederken, FED pozisyonunu koruyarak 2013’e kadar faizleri sabit ve sıfıra yakın tutacağını ilan etti. Tüm yaşananların bir diğer önemli tarafı olan Çin ise, özellikle ABD’yi uyararak böyle devam ederse Dolar’ı rezerv para olarak tutmaktan vazgeçeceğini belirtti. İki merkez bankası müdahalesinden sonra biraz sakinleşen piyasalar ise, bu sefer Fransa’nın kredi notunun düşürüleceği “söylentisi” üzerine yeniden sert düşüşler yaşadı. Belki de Ağustos ayının ilk yarısında yaşanan gelişmeleri özetleyen değerlendirme, tartışmaların odağında olan İtalya’nın Maliye Bakanı’ndan geldi: “Kriz farklı yollar izlese de henüz bitmiş değil”.
Peki, yukarıda biraz da “piyasa dili” ile aktarılan tüm bu olan bitenin anlamı ne? The Economist’in yorumuna bakılırsa, sorunun kökeninde iflah olmaz politikacılar yatıyor. Popülistçe ve basiretsiz bir şekilde yapılan harcamalar, yaşananların temel sebebi. Ya da yine Wall Street Journal, New York Times gibi “kanaat önderi” gazetelere ve bizdeki liberal köşe yazarlarına bakıldığında mesele merkez bankaları tarafından “doğru politikaların” uygulanmamasından kaynaklanıyor. Keşke yaşananlar, liberallerin söylediği kadar “naif” olsaydı. Ancak öyle değil.
 Esas Sorun Nerede?
Esas sorun kapitalist toplumsal ilişkilerin kalbinde yer alan sermaye birikim sürecinin istikrarsız ve sürekli kriz üreten yapısında. Yani kriz, kapitalist toplumsal ilişkiler için bir “istisna” değil, “kaide” niteliğinde. Ancak mesele bunu tespit etmekle bitmiyor tabii. Kriz, basitçe, borsaların yukarı/aşağı hareketi ya da döviz kurundaki değişmelerden ibaret değil. Söz konusu olan, geniş toplum kesimlerinin günlük hayatının giderek zorlaşması, alım güçlerinin erimesi, sosyal haklarının daralması ve işsiz kalmaları gibi çok daha geniş etkiler. Ve aynı zamanda kriz anları, o zamana kadar gelen süreçlerin sorgulanması, kulakların egemen söylem dışındaki seslere daha duyarlı gelmesi ve geniş toplumsal mücadelelerin ivmelenmesi için gerekli olan “objektif” koşulları da beraberinde getiriyor. Ancak yine bu koşullar gittikçe belirsizleşen ortamda, geleceğe karşı kendilerini güvensiz hisseden geniş toplum kesimlerinin daha otoriter seslere kulak verdiği dönemler olabiliyor.
Güncel krizin temel nedenini ve mekanizmalarını açıklamak için ise, öncelikle sistemin temel işleyiş mekanizmalarını deşifre etmek gerekiyor. Buna göre kapitalist toplumsal ilişkiler sistemi, meta üretim sürecinde, canlı emek unsurunun yarattığı değerin bir kısmına el konulması ve giderek bu el konulan (artı) değerin, üretilenlerin satılması sonucunda realize olmasına dayanır. Dolayısıyla üretim alanı, sistemin merkezi olması nedeniyle, hem birikimin hem de krizlerin kalbidir. Daha çok parasal alanda olduğu düşünülen finansal işlemler ya da kredi ilişkisi ise, doğrudan üretim alanı ile bağlantılı ve onun ayrılamayan bir parçasını oluşturur. Bu anlamıyla üretim alanından kaynaklansa da yaşanan tüm krizler finansal alanda ortaya çıkar.
Bu alana biraz daha yakından bakıldığında ise, kredi mekanizmasının önemi görülebilir. Gerçekten de kredi, realize olmamış değer olarak, gelecekte üretilecek olan artı değer üzerinde hak iddiası anlamını taşıyarak ve henüz kullanıcının elinde olmayan bir parayı devreye sokarak, “muazzam meta birikimine” ulaşmanın en önemli araçlarından birini oluşturur. Yine kredi sayesinde alış ve satış arasındaki aktüalite kaldırılır ve mübadele ilişkilerine zaman boyutu eklenir. Gerek üretim sürecinde, gerekse dolaşım alanında kredinin giderek merkezi bir rol oynamasıyla beraber, bu ilişkinin kurumsallaşmış mekanları olarak bankalar ortaya çıkar ve sonunda, ulusal mekanda merkez bankası, kredi sisteminin tepesinde yer alır.
Ekonomik büyümenin sağlandığı büyüme dönemlerinde kredi ilişkisi hızla yayılır, gerek ülke ekonomisi içinde gerekse dünya çapında sonsuz kredi zincirleri oluşur. Ancak buradaki tüm beklenti, henüz var olmayan bir üretim ve bunun sonucunda elde edilecek olan (artı) değerin sorunsuz bir şekilde gerçekleşmesidir. Dolayısıyla kredi, kapitalist üretimin sınırlarının sürekli genişleyeceğine dair bir inançtır. Yani ekonomik büyümeyi öngörür. Kriz belirtileri ortaya çıktığında ise, kapitalistin ilk tepkisi, bunun üretim alanına yayılmasını engellemek için kredi mekanizmasını devreye sokmaktır. Bu nedenle kriz, finansal kriz olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla finansal krizler, birikim sürecindeki bir kırılmayı temsil eder, kapitalist üretimin organik bütünlüğünün zedelenmesini ifade eder.
Yukarıda kısaca özetlenen işleyiş mekanizması, aslında 1970’li yıllarda yaşanan ve kar oranlarındaki düşme eğilimi[2] ile temellenen kriz ve sonrasını anlamak için önemli ipuçlarını barındırmaktadır. Gerçekten de 1970’lerdeki üretim alanında yaşanan kriz sonrasında kredi ilişkileri devreye sokulmuş ve bu yolla kriz, sürekli geleceğe ertelenmiştir. Bu anlamıyla kredi, sermaye için geleceğe kaçış imkânı sağlamıştır. Çalışanlar açısından ise, zaten düşük olan alım gücünü koruyabilmek açısından kredi giderek önemli hale gelmiştir. Bir başka boyutu ise kredi ilişkisi, hem çalışanların geniş kesimini borçlu kılarak bağımlı hale getirme, hem de belirli bir “tüketim kalıbını” sunma anlamında ıslah etme işlevi görmüştür.
1970’lerden beri sürekli ileriye ötelenen kriz, zaman zaman ülkesel (Rusya, Arjantin Türkiye) ya da bölgesel (Doğu Asya) olarak ortaya çıksa da 2008 yılına gelindiğinde artık “kaçılacak yerin” çok sınırlı olduğu bir evreye girmiştir. Şimdi yaşadığımız süreç ise, 2008’de daha çok şirketler ve tekil bireyler düzeyinde borçların ödenememesinden, yani kredi ilişkisinin realize olamamasından kaynaklanan ve giderek finansal alana sirayet eden krizin devamıdır. 2008’de yine kapitalizme dair temel bir işleyiş mekanizması olan merkez bankaları (devlet) devreye girerek, bu özel zararlar, sosyalleştirilmiş ve borçluluk pozisyonları devlet tarafından devralınmıştır. Dolayısıyla güncel krizin devlet borçları üzerinden yaşanmasının gerisinde, 2008’deki (sermayeyi) kurtarma planları yatmaktadır.
Güncel krizin bir özelliği, devletin müdahale araçlarının giderek daha sınırlı hale gelmesidir. Örneğin 2008’de kullanılan parasal genişleme süreci şu anda FED’in gündeminde değil, zira faizler sıfıra yakın bir düzeyde. Ancak sistemin krizden çıkabilmesi, yani kamu borçlarının ödenebilmesi için öncelikle ekonomik büyümenin, yani sermaye birikim sürecinin yeniden hızlanması gerekiyor. Bu da kısa dönemde pek mümkün görünmediğine göre, riskli de olsa enflasyon yaratmak, yani tümden değersizleşmeyi sağlamak, borçları azaltmanın yollarından biri olarak öne çıkıyor. Bu ise, geliri enflasyon oranında artmayan geniş toplum kesimlerinden, geliri enflasyon oranının üzerinde artan sermaye kesimine doğru bir kaynak aktarımı ve borçların çalışanların sırtlarına yüklenmesi anlamına geliyor. Ancak bu seçenek sadece krizin faturasını çalışanların üzerine yıkmakla kalmayabilir. Zira enflasyonist bir süreç sonucunda Dolar’ın tüm dünyada değersizleşmesi söz konusu ve böyle bir durum, başta Çin olmak üzere birçok ülkenin elinde rezerv parası olarak tutulan değerlerin birdenbire büyük kayıplara uğramasına neden olacak. Bu ise, ABD’nin hegemonik devlet, Dolar’ın ise dünya parası olmasını zora sokan bir gelişme olacaktır. Yine benzer bir şekilde ECB’nin enflasyonist bir yola girmesi, zaten sallantıda olan Avrupa Para Birliği’nin tamamen yıkılmasına neden olması çok muhtemel. Bu anlamda ABD ve bir ölçüde de AB, ekonomik büyümeyi sağlama amacıyla parasal genişleme yapma, ancak bunun yaptığı anda da paralarının değersizleşmesi çelişkisi ile karşı karşıyadır.
Dolayısıyla para politikasında yolun sonuna gelinmişken, geriye sadece maliye politikasında, yani eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalar ile ücretlerde kısıtlamalara yönelik önlemler almak kalıyor. Bugün İtalya’nın uygulayacağını ilan ettiği önlemler paketine bakıldığında bunu açıkça görebiliriz. Buna göre pakette yerel hizmetlerin özelleştirilmesi, özel sektörde kadınlar için emeklilik yaşının yükseltilmesi, kamu çalışanlarının ücretlerinin azaltılması ve işten çıkarılmaları, verimliliği artırmak için dini bayramların pazar günü kutlanması ve vergilerin yükseltilmesi gibi önlemler yer alıyor.
 Dünya Krizi ve Türkiye
Güncel krizin Türkiye’ye olası yansımalarını açıklamak için, özellikle 2001 krizi sonrasında girilen yeni dönemin temel özelliklerine kısaca değinmek gerekiyor. Buna göre, 2001 sonrasında sermaye birikimi açısından üretken sermayenin uluslararasılaşması, sürecin temel dinamiğini oluşturuyor. Bu dinamik etrafında şekillenen politikalara baktığımızda ise, kısaca şöyle bir mekanizma görülüyor: Enflasyon karşıtı mücadele için yüksek faiz politikası, bunun sonucunda yerli paranın değerli kılınması, değerli TL ile ithalatın kolaylaşması ve yüksek ihracat ve büyüme oranları ile yine yüksek cari açık. Modele biraz daha yakından baktığımızda ise, dünya pazarı ile gittikçe daha organik ilişkiler geliştiren sermaye kesimlerinin, değerli TL politikası ile dünya pazarının sağladığı olanaklardan daha fazla yararlanabildiği, bu yolla (ithalatla) üretim kapasitesini ve teknolojik donanımını yenilendiği ve uluslararası rekabette, kur avantajı yerine verimlilik artışına dayalı bir strateji izlediği görülebilir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu verimlilik artışına dayanan strateji, aynı zamanda reel ücretlerin düşürülmesi ve yüksek işsizlik oranı ile beraber gerçekleşmektedir.
Ancak özellikle 2006 yılına gelindiğinde ihracat içinde ara mal ve sermaye yoğun malların artışının sonlandığı bir döneme girilmiş ve hemen ertesinde gelen 2008 krizi ile birlikte, bu stratejide önemli revizyonlar yapılması gündeme gelmiştir. Özellikle Sanayi Bakanlığı tarafından hazırlanan Strateji Belgesi’nde ve de TÜSAİD raporlarında ipuçları görülen bu strateji değişikliği, cari açığı sürdürülemez boyuttan kurtarmayı ve orta/uzun vadede teknoloji yoğun metaların üretimine geçmeyi hedefleyen bir sanayi stratejisi şeklini almaktadır. Her ne kadar FED’in ve ECB’nin gevşek para politikası uygulaması sonucunda uluslararası sermayenin Türkiye gibi ülkelere gelmesi hala mümkün görünse de, finansal krizdeki derinleşme, bu olasılığı derhal terse çevirebilir. Bu nedenle, uluslararası piyasalarla eklemlenmiş sermaye kesimleri açısından daha istikrarlı bir büyüme stratejisi giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dolayısıyla 2001 sonrası Türkiye ekonomisi, yeni bir birikim modeline geçişi ve bu model çerçevesinde devletin yeniden yapılanmasını ifade etmektedir.
Bu modelin çalışanlar açısından sonuçları ise, ithalat kolaylıkları sayesinde üretimin giderek daha fazla sermaye yoğun yöntemlerle yapılabiliyor olması nedeniyle artan işsizlik ve reel ücretlerin gerilemesidir. Gerçekten de 2001 sonrasında resmi işsizlik seviyesinin yüzde 10’lar seviyesine oturduğu, 2008 krizi gibi sıkıntılı dönemlerde ise yüzde 14’lere ulaştığı görülebilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, ekonomik büyümeden çok finansal istikrarı öne aldığını söyleyen hükümetin niyetine bakılırsa, işsizliğin daha da artacağı çok muhtemeldir. Bunun yanında, özellikle Avrupa’da meydana gelecek olan bir bunalım, Türkiye’yi en önemli ihraç pazarı olması dolayısıyla çok yakından etkileyecek ve 2008’de yaşandığından çok daha büyük ölçekli işçi çıkarmaları görülecektir.
Toparlamak gerekirse, kriz, tüm dünyada ve Türkiye’de çalışanların emeklilik, kıdem tazminatı ve sigorta gibi temel sosyal haklarının gerilemesi, özelleştirmelerin hızlanması, işsizliğin artması ve reel ücretlerin daha da baskılanmasına neden olacak. Yeni sermaye, bir kez daha krizin faturasını çalışanlara kesecek. Ancak tabii ki bu bir kader değil. Kriz aynı zamanda, yukarıda belirtildiği gibi, gözlerin alternatifleri aradığı bir dönem. Yunanistan parlamentosunun önündeki protesto görüntüleri henüz İspanya ve İtalya’da görülmedi. Ancak İngiltere’de yaşananlar ve Orta Doğu’da yeniden ısıtılan savaş gündemi, önümüzdeki sürecin geniş çaplı toplumsal mücadeleler sonucunda şekilleneceğini gösteriyor. Son olarak şunu belirtmek gerekiyor: Hiçbir dönemde kapitalizm, krizler nedeniyle kendiliğinden ortadan kalkmadı ve muhtemelen de kalkmayacak, eğer var olan sistemin ötesinde başka bir dünya düşlüyorsak, krizin bu sistemi yıkacağı kolaycılığına kapılmamamız gerekiyor.

[1] Bu yazı, Mesele Dergisi’nin Eylül 2011 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Bilindiği gibi Marksist gelenek içinde zengin bir kriz tartışması vardır. Kar oranlarının düşme eğilimi, uzun dalgalar, eksik tüketim, kar sıkışması, aşırı birikim teorileri ilk başka akla gelen açıklama çerçeveleridir. Bu teorilerin derli toplu bir değerlendirmesi ve Türkiye bağlamında tartışılması için, Melda Ö. Yaman’ın (2008) “Geç Kapitalistleşme Sürecinde Kriz” çalışmasına bakılabilir.

14 Eylül 2011 Çarşamba

kriz sahnesinde devam eden kötü oyunculuklar!

Yunanistan’ın kamu borcu ve iflası ile ilgili söylentiler ve beklentileri Yunan trajedisine benzetenler bu hikayenin Yunanistan’dan kaynaklandığını ima ettikleri oranda yanlış bilgilendirmede bulunuyorlar. Hikayenin gidişatı nedeniyle böyle bir çıkarımda bulunmak da yanlış.

Trajedilerde, örneğin Sofokles’inkilerde ana karakter bazen bir günah işlediğinin farkında olmadan davranır ve yaptıkları için kendisi ya da ataları lanetlenir. Bazen de bir ikilemle baş başa bırakılan karakter kendisini içinden çıkılmaz bir durumda bulur. Her halukarda yaptıkları kendi sonunu hazırlayacak aynı zamanda etrafındakiler ya da sevdikleri de onunla birlikte ve onun ardından acı çekeceklerdir. Yunanistan’deki borç sorunu ve takip ettiğimiz Avro krizinde sokaktakilerin tarafından baktığımızda trajedi yok (şimdilik). Sosyalistler açısından sahnede bazı eksikliler göze çarpabilir o kadar. Bir de karşıdan gelen trajikomik açıklamalarla bezeli kötü oyunculuklar.

Yunan borcu herkesi kamu görevlisi yapıp yüksek maaş veren devlete karşı koymayan kitlelerin ya da rasyonel reformlara karşı çıkıp hiçbir Avrupa ülkesinin vatandaşlarının sahip olmadığı ayrıcalıklara sahip olan Yunanlıların eseri mi? Bu piyasa tanrılarına karşı geldiğimiz için cezalandırıldığımız düşüncesi, çile çekerek günahlardan arınılacağı inancıyla benzeşiyor. Ancak serbest piyasanın başarısızlıkları karşısında sorunun kendisinde olduğunu düşünmeye zorlanan insanlar kendilerine önerilen kimliği benimseyerek yeni özdeşlikler kurma eğiliminde görünmüyor. Borç krizinin bir türlü sonlandırılamamasının nedeni beceriksiz avrokratların ve ağzı lağım kokulu piyasa uzmanlarının nasıl bir kurtarma gerçekleştireceklerini bilememeleri kadar krizin bedelini topluma ödetme konusunda da yeterince yol alamamaları şeklinde görünüyor.

Oysa kamu çalışanlarının çalışma saatleri arttırıldı, önemli sayıda devlet kuruluşunun kapanması ve çalışanlarının maaşlarının indirilmesi kararlaştırıldı. Sendikalarla yapılan toplu görüşmelerin kaldırılmasıyla sınıf dayanışmasının kırılması da bekleniyor, IMF’den emek piyasasına ilişkin reformlar ve planlananlarla ilgili övgüler de alındı. Bunlara karşın neden Barroso Eurobond düzenlemesi ile ilgili açıklama yapar, neden Yunan tahvillerinin iki yıllık getirisi % 90’lara fırlar, neden Fransız bankalarının kredi notu düşer ya da İspanya ve İtalya’nın borçlanma maliyeti kayda değer derecede artmaya devam eder?

Krizin bu yazki aşamasına girmeden ve kurtarma paketleri açıklanmadan önce aynı zamanda bir takas organizasyonuna girişilmeden önce, Yunan tahvillerinin getirisinin Avro piyasasındaki getiri rekorlarını ilk kez kırdığı aylarda iki yıllık tahvil getirisi % 20 civarındaydı. Ağustos’ta % 40’ı geçen oranın biraz daha fazla yükselmesi de facto moratoryum anlamına geliyor. Takasa gelen tekliflerin % 90’ı bulmadığının açıklanması, Avrupa Merkez Bankası’ndaki istifalar ve belirsizlik, bir ülkeyi "kurtarmanın" hele o ülkede kendi ümüğünün sıkılmasına karşı duran emekçiler varken o kadar kolay olmadığını gösteriyor.

Değindiğimiz soruların cevabını uluslararası finansal kuruluş temsilcileri de bilmiyor. Yunan borcu ve Avro krizinde yaşananlar finansal uzmanlar açısından değerlendirildiğinde bir yaratıcı drama eksikliği ile de nitelenebilir. Sahnede şimdilik eksik olan zenginlerin mülksüzleştirilmesinin tartışılması ve ayaklanan kitlelerin mücadelesinin süreklilik azmi. Burada trajikomik olansa, sürekli Euripides’in deus ex machina’sını bekleyen uzman-teknokrat zevatın yine de her şeye hakim görüntüsü verme çabasından son nefesine kadar vazgeçmeyecek olması.

13 Eylül 2011 Salı

Türkiye'nin Büyüme Rekoru, Avrupa'nın Krizi ve Obama'nın Kurtarma Planı

Geçtiğimiz hafta Obama'nın krizden çıkış için hazırlanan planı açıklaması, piyasalardaki sert düşüşleri engelleyemedi. ECB'deki Alman üyenin istifası, Almanya'nın Eurobond konusunda isteksizliği olarak algılandı ve kriz beklentileri yine arttı. Yunanistan konusundaki yeni çılgınlığın adı ise şu: Bu hafta sonu Yunanistan batacak!Türkiye ise ilk çeyrekten sonra ikinci çeyrekte de dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer aldı.

Son yazımızda belirttiğimiz ABD'de kriz karşıtı tedbirlerin bir kısmı olarak hazırlanan 447 milyar dolarlık istihdam planı  geçtiğimiz hafta Kongre'ye sunuldu. Obama, planın amacını şöyle açıkladı: insanları yeniden istihdam etmek ve çalışanların ceplerine daha fazla para koymak. İstihdam paketinde planlanan harcamalar ise şu alanlarda: Geniş çaplı bir yerniden imar faaliyetine girişmek (okullar, otoyollar, havaalanları), uzun dönem işsiz olanları istihdam eden şirketlere vergi indirimleri ve yine KOBİ'lere vergi indirimleri. Görünüşe baklırsa Obama, Başbakanımız'ın "duble yol" projesinden etkilenmişe benziyor! Daha önce de söylediğimiz gibi bir çeşit Keynesciliğe dayanan istihdam programının mantığı ise basit. İstihdamı artırmak için devlet desteği verilmesi, bu yolla harcamaların artırılarak iç talebin canlandırılması ve bunun da yeniden ekonomik büyümeyi uyararak halen içinde bulunulan resesyon durumundan çıkılmasını ummak. Programdan beklenen ise 1.9 milyon kişiye yeni istihdam yaratılması ve ekonominin yüzde 2 oranında büyümesi.
Tabii işin bir de siyasi yanı var. 14 ay sonraki başkanlık seçimlerinde bu düzeydeki işsizlik oranının halen sürmesi durumunda Obama'nın yeniden seçilmesi oldukça zor görünüyor. Zira şu anki işsizlik oranları İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek seviyelerden birinde.
Bu arada Obama'nın  planı açıklamış olması, hemen uygulamaya girmesi anlamına da gelmiyor. Paketin hayata geçmesi için Kongre'nin onayı gerekiyor. Cumhuriyetçilerin "bu bir sınıf savaşı" ya da "bu bir istihdam paketi değil, yeniden seçilme planı" demeçlerine bakılırsa, bu tasarının geçmesi de önceki borç tavanı tartışması gibi sıkıntılı olacağa benziyor.
Gerçekten de, paketin açıklanmasından sonra Amerikan piyasalarında herhangi bir iyimserlik havası oluşmadı, aksine, borsalardaki düşüşler evam etti. Üstüne üstlük, sermaye kesimleri, paketin istihdamı artırmada teşvik edici olamayacağı ileri sürdü.

Avrupa'ya dönersek, hafta başında Almanya'da krizin seyrini etkileyebilecek ilginç bir dava görüldü. Davanın konusu ise, Alman vatandaşlarının verdiği vergiler ile başka ülkelerin (Yunanistan ya da İtalya gibi) kurtarılmasının Alman anayasına uygun olup olmadığı idi. Ve mahkeme, üzerine düşeni yaptı ve bunun kanuna aykırı olmadığını açıklayarak piyasaların derin bir nefes almasını sağladı!
Ancak Almanya ve Avrupa için alınan bu derin nefes pek uzun sürmedi ve yine Almanya'dan gelen ihracat rakamlarındaki düşüş ve Jürgen Stark'ın ECB'den istifası, borsalarda yeniden sert düşüşlere neden oldu.
Almanya'nın Avrupa Birliği Merkez Bankası'ndaki temsilcisi olan Stark, istifasının "kişisel" nedenlerle olduğunu söylemesine rağmen, piyasalar açısından esas mesele, Almaya'nın borç krizine giren diğer Avrupa Birliği ülkelerini kurtarma yönündeki çabalarına karşı çıkan, içeriden gelen muhalefetin etkili olması korkusu. Stark'ın istifası ile yeniden gündeme gelen ve uygulanan kurtarma planlarına karşı çıkan "Alman muhalefeti" ise, ECB'nin temel görevinin fiyat istikrarı olduğunu, ülke kurtarmak gibi siyasi bir amacının olmadığını savunuyor. Dolyısıyla, böyle bir istifa, Avrupa Birliği'ndeki borç krizi yaşayan ülkeler için kurtarıcı olarak görülen ECB'nin de yeterince güvenilir olmadiğı fikrini beraberinde getirdiğinden, giderek Avrupa Birliği'nin ve Euro'nun geleceğinin de belirsiz olarak görülmesine neden oldu.

İtalya'ya da şimdilik borcun görece yüksek faizlerle de olsa çevrilebildiği görülse de, önümüzdeki dönemde önlemler paketinin ne kadarının uygulanacağı, İtalya'daki muhalefetin tepkisine bağlı.
İngiltere ise, bir mali krizin eşiğinde iken, Amerika'dakine benzer bir genişleme programına şimdilik uzak bakıyor.
Gelelim Yunanistan konusundaki yeni çılgınlığa! İki haftadır, özellikle hafta sonundaki günlere girildiğinde "bu hafta sonu Yunanistan batacak" söylentileri yayılmaya başlıyor! Gerçi söylentilerin içinde gerçek payının olması durumu ciddileştiriyor ancak buradaki mesele Yunanistan'ın batması değil, ellerinde milyarlarca Euro değerinde Yunan devlet tahvilleri olan Fransız ve Alman bankalarının bu durumdan etkilenmesi. Bu ihtimal ise özellikle Fransa'da banka kağıtlarının son dönemde sürekli değer yitirmesine neden oluyor. Tüm bunlara rağmen Yunanistan'daki muhalefet hala geri çekilmiş değil. Ortaya konulan program tam anlamıyla uygulanamıyor. Zaten Yunanistan'ın resmen borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmesi, şu anda yaşanandan çok daha kötü bir durum yaratmayacağından, krizin faturasının kendi üstlerine bindirilmesine karşı çalışanlar açısından pakete karşı direnmek çok meşru durumda. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde, bir anlamda Euro'nun ve hatta Avrupa Birliği'nin kaderi Yunan sokaklarında belirlenecek diyebiliriz.
Avrupa'da yaşanan bu sıkıntılar karşısında Asya-Pasifik merkez bankaları da ortak hareket etme kararı aldı ve şimdilik faiz oranlarını değiştirmeyeceklerini ilan ederek Batı'daki durgunluktan duydukları endişeyi ifade ettiler.

Artık resesyon riskinin arttığına ilişkin haberler, kimseyi çok etkilemiyor. Zira ekonomik verilerin gerçek hayatı birkaç ay geriden takip ederek ilan edildiği düşünülürse, aslında şu anda Avrupa ve Amerika'da yaşanan şeyin birkaç ay sonra ilan edimesi anlamına geliyor. Şu anda iktisatçılar açısından mesele, bunun tam tarihini tespit etmek gibi görünüyor! Ve tabii ki Rubini  bu görevi kimseye bırakma niyetinde değil, yine krizin çok yakın olduğunu hatırlatıyor.

Tüm bu kargaşanın arasında, Türkiye'de ikinci çeyrek büyüme rakamları geldi ve görüldü ki, ilk çeyrekte dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olan Türkiye, ikinci çeyrekte de Çin'in % 9.5'lik büyümesinin ardından % 8.8 ile dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi durumunda. Büyümenin kaynaklarına bakıldığında ise, iç talepteki canlanmanın önemli olduğunu görüyoruz. Hem de bu durum, Merkez Bankası ve BDDK'nın kredileri kısmasına rağmen gerçekleşiyor.
Bu büyüme tablosunun ne kadar süreceğini tam olarak bilemiyoruz ancak merkez bankası yıl sonunda % 6 civarında bir büyüme olacağını öngörmüş durumda. Eğer bu tahmin doğru çıkarsa, yılın ikinci yarısında Türkiye ekonomisinin durma noktasına geleceğini düşünmek gerekir.
Yüksek büyüme oranları ile ilgili TÜSİAD başkanının yaptığı açıklama ise, kriz ortamında ihracat pazarlarındaki talebin azalacağı ve bunun karşısında iç talebin güçlü olmasının "iyi" bir gelişme olduğu yönünde. Ancak Türkiye'deki üretim yapısı dikkate alındığında, üretimin büyük ölçüde ithal girdilere dayandığı düşünüldüğünde, iç talepteki canlanmanın cari açık sorurunu ortadan kaldırmayacağı açık.