16 Aralık 2011 Cuma

Avrupa Zirvesi ve Krizden Çıkış İçin Öneriler: Sosyal Devlet Hayaletinin Çöküşü

Yaz aylarında Amerika ile başlayan, sonbahar ve kışla birlikte Avrupa'yı etkisi altına alan ekonomik kriz, bir kışla bitmeyecek gibi görünüyor. Buna karşın krizden çıkış için geliştirilen stratejiler ve önerilere baktığımızda tutarlı bir çerçeve hala görünmüyor. Kriz, IMF tarafından bile 1930'lu yıllardaki krize benzetilse de, krizden çıkış için önerilen politikaların 1930'lardakilerle ilgisi yok.

Geçtiğimiz günlerde birbiriyle bağlantılı birkaç önemli gelişme yaşandı. Bunlardan ilki, İtalya'daki teknokrat hükümetin hazırladığı ekonomik önlemler paketi, sokaktaki grevlere rağmen, parlamentodan çok sorun çıkmadan geçti. Yunanistan'da ise, hala sürecin nasıl işleyeceği açık değil. Bir diğer önemli gelişme de, geçtiğimiz cuma günü (9 Aralık) yapılan Avrupa Birliği zirvesiydi. Zirvenin sonuçlarını detaylı olarak değerlendirmek başka bir yazının konusu olsun. Ancak burada söylenebilecek olan, zirveden çıkan en önemli karar olan bütçe kısıtlaması şartının kabul edilmiş olması. Bu aslında tam bir liberal ütopyaya dayanıyor. Yani, Avrupa'da, daha doğrusu Euro alanındaki para politikasının yürütülmesi, bu ülke vatandaşlarının herhangi bir şekilde etkileyemeyeceği ya da değiştiremeyeceği bir şekilde, Avrupa Merkez Bankası tarafından, neredeyse "otomatik pilotta" sürdürülüyordu. Şimdi bunun yanına, siyasi olarak denetlenebilen, gerektiğinde açık, gerektğinde de fazla vermesinin mümkün olduğu bir maliye politikasının, artık siyasetçilerin ve toplumun erişiminin dışında bir noktaya konumlandırılması ekleniyor. Maliye politikası alanında "otomatik pilot" olarak adlandırılabilecek olan bu uygulama, bütçe açıklarının daraltılması ve bir daha olmaması için karar altına alınmış durumda.

Aslında İngiltere dışında kalan Avrupa'nın ne üzerine anlaştığını daha iyi anlamak için Yunanistan ve İtalya'ya bakabiliriz. Her ikisinde de önerilen klasik harcama daraltıcı, gelir artırıcı önlemler. Yani, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi "harcama" alanlarının daraltılması ve KDV gibi adaletsiz vergilerin artırılmasına dayanıyor. Yani içeriğine bakıldığında, açıkça çalışanların uzun yıllardır verdikleri mücadeleler sonucunda edindikleri kazanımların geri alınması yönünde, Avrupa (Alman) sermayesinin yeniden karlılığının sağlanması ve rakipleri karşısındaki rekabet üstünlüğünü koruması yönelimli olduğu görülebilir.

Tüm bunlar yaşanırken, Avrupa Merkez Bankası'nın yeni başkanı Draghi, yaptığı ilk açılş konuşmasında, yukarıda kısaca özetlediğimiz noktalara vurgu yaptı ve krizden çıkış için mali disiplinin önemini vurguladı. Benzer bir şekilde IMF başkanı Lagarde da disipline edilmiş bir maliye politikasının altını çizdi.

Tüm bu gelişmelerin ışığında birkaç tespit yaparak tartışma sürdürülebilir:
İlki, kriz 1930'lardaki benzetilmesine rağmen, çözüm önerilerinde Keynesyen tedbirler yer almıyor. Yani öneriler hala daraltıcı önlemler paketinden ibaret. Tıpkı elinde çekiç olan birinin tüm sorunları çivi olarak görmesi gibi.
İkinci olarak, eğer mevcut öneriler, öngörüldüğü şekilde uygulanabilirse, bu Avrupa'daki "sosyal devlet" hayaletinin tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Sosyal devletin ne kadar var olduğu, kime ne yararı olduğu ayrı bir tartışma konusu, ancak böyle bir gelişme, yine de dengenin çalışanlar aleyhine değiştiğinin bir işaret olarak görülebilir.
Son olarak, Keynesciliğin ve sosyal devlet uygulamalarının, gerçekten de 1945'ler ile 1980'ler arasını kapsayan bir "parantez" olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade etmek gerekiyor.

13 Aralık 2011 Salı

teknokrasi her eve lazım

Finansal piyasalarla kurduğumuz ilişki gerçek yaşam koşullarıyla kurduğumuz ilişkinin hakim rengini vermeye başlıyorsa ya da belirleyeni konumundaysa bu durumda gündelik yaşamın finansallaşmasından bahsedilebilir. Hanehalkı borcunun artması ya da borç temelli finansal genişleme enstrümanlarına atıfta bulunarak yapılabilecek tanımlara bir ek yapmak gerekirse burada piyasayla girilen ilişkinin politik ve kurucu bir nitelik taşıdığını eklememiz gerekiyor; ayrıca bu ilişkilenme tarzına müdahale edemeyen eylemlilik sonuçsuz kalarak finansal piyasaların muktedir görünümüne destek olabiliyor. Bu kaydı düşmeksizin kriz sonrasında devrimci bir duruma en çok yaklaşılan örnek olarak Yunanistan’da yeniden yapılandırma programını uygulamak üzere teknokratik bir iktidarın iş başına geçirilmesi ve göreve başlamasını açıklamakta zorlanacağımız kesin.

Yunanistan’da kendi olanaklarının çok ötesinde yaşam sürdürdükleri iddia edilen kitlelerin kıskançlıkla korumaya çalıştıkları yaşam standartları krizin asıl nedeniymiş gibi gösteriliyor. Aslında devletin izlediği maliye politikalarının getirdiği çözümsüzlük ve Eurozone’a dahil olduktan sonra gerileyen rekabet gücünün emek gücünün piyasa fiyatı ve sosyal hakların yeterince bastırılamaması karşısında daha net bir şekilde açığa çıkması yaşanan. Yunanistan’da Yeni Demokrasi ve PASOK’un açık işbirliği üzerinden olmasa da Ficova siyasetinin bir benzerinin izleniyor olmasının ve göstere göstere uluslararası baskı ve aşağılamayla bir teknokrat hükümetinin kurulmasının iki nedeni var. Yunan halkının 2011 yazında gösterdiği eylemlilik ve siyasi mobilizasyon IMF yetkililerinin ya da Merkozy’nin istediklerinin gerçekleşmesi önünde güçlü bir engel teşkil ediyor. Bu birinci nedene zaman bağımlı siyasal ekonomik kararlar alma ve uygulama zorunluluğunu eklememiz gerek. Yunanistan’ın borcunu mümkün olduğunca eksiksiz ödemesi, eğer bir saç kesimi söz konusu olursa bunun Avrupa finans siteminde yaratacağı sarsıntıların bir zelzeleye dönüşmesinin engellenmesi gerekiyor. Dolayısıyla ikinci neden Yunanistan’da uygulanacak reform programı ve kesintilerin bir erken seçimi bekleyemeyecek olması. Ya da mobilize olmuş seçmenlere reformların bir referandum paketi içinde sunulmasının uluslararası finans çevrelerine ağır bir tokat atılmasıyla sonuçlanma ihtimalinin hiç de azımsanamayacak kadar güçlü olması.

Bu nedenle Papandreu’nun partisi ve kendisini siyasi olarak kurtarma hesapları içinde 31 Ekim’de bir referandumdan bahsetmesi çok ağır bir şekilde eleştirildi. Oysa plebisiter demokrasinin yönetenler için çok işlevsel bir mekanizma olduğunu biliyoruz. Ancak bir o kadar etkili bir tepki yıpranmış hükümetin yerine bir uzmanlar kurulunun ya da başında bir teknokrat bulunan geniş tabanlı bir hükümetin geçirilmesi olabilirdi. 11 Kasım’da bu göreve atanan eski Avrupa Merkez Bankası başkan yardımcısı Lucas Papademos başkanlığında kurulan, 16 Kasım’da güvenoyu alan ve ülkeyi muhtemelen Şubat 2012’de seçime götürecek hükümet mecliste üç partinin desteğiyle ayakta duruyor. Aralık ayında hükümetin yaptığı ilk iş ise harcamalarda büyük kesinti öngören bir disiplin bütçesini kabul etmek oldu. Eğitim bakanı Diamantopoulou’nun geçiş hükümeti sadece kredi dilimlerinin serbest kalması için kurulmadı açıklaması, ya bir borç takası ve uluslararası borç yapılandırması anlaşmasının bu üç ay içinde gündeme geleceği şeklinde ya da bir semptomatik ifade olarak “Yunan siyasetçileri bu kadar çaresiz durumda” biçiminde anlaşılabilir.

PASOK ve Yeni Demokrasinin desteklediği bu kırılgan yapının başaracakları elbette uluslararası çözüm arayışlarına da bağlı. EFSF’nin ya da Avrupa Birliği’nin yetkilendirdiği bir kuruluşun bir özel yatırım aracı kullanarak Eurobond ihracıyla toplanan fonları şişirmesi ve bu paranın da ülke kurtarma (muhtemelen Avrupa bankalarını da kurtarma) için kullanılması planının akıbeti şimdilik belirsiz. Avrupa İstikrar Mekanizması’nın (ESM) üye ülkelerin katkısıyla toplayacağı parayı bu amaçlar için kullanması olası. Görünürde tahvil ihracı ya da özel yatırımcıların getirilerinden bir miktar fedakarlıkta bulunması değil, Avrupa ölçeğinde yeni bir mali disiplin dalgasıyla bütçelerin tahkimi ve finansal piyasaların teskin edilmesi planı var. Ancak bu süre zarfında Papademos hükümetinin varlığı yine de büyük bir anlam ifade ediyor. Bir yandan kamu politikasının formülasyonunda finansal piyasaların dayattığı standartlara uyum sürecinin aksamasına izin verilmiyor, öte yandan teknokratik hale sayesinde ülke siyasetinin temel iki aktörünün sınırlandırılmış çekişmesi vesilesiyle kamusal tartışmanın sürdüğü kanısı destekleniyor.

“Bu kriz ne zaman bitecek” sorusunu dillendiren emekçiye verilebilecek devrimci bir cevap maddi yaşam koşullarıyla kurduğumuz ilişki ve dolayımları ele alınmadan bir anlam taşımıyor. Yunanistan’da ve Avrupa’nın birçok köşesinde finansal piyasaların dayattığı standartlara uyum sürecinde, bu kalıcı hale gelmekte olan ekonomik olağanüstü hal durumu kitle eylemliliklerini yerinde saymaya mahkum etmekte. Aynı zamanda, ortak iyinin ve müşterek çıkarın finansal piyasanın işler kılınmasında yattığı fikriyatı, eşit metaların değişimi görüntüsü sunan piyasadaki mübadele ve görünür olmayan üretim sürecine yıkıcı bir müdahale gerçekleşmediği ölçüde piyasayla kurduğumuz gündelik ilişkiden güç devşirmeye devam ediyor.

9 Aralık 2011 Cuma

Küresel Krizde Yeni Bir Aşama (mı?)


Ekonomik kriz ile siyasi krizin iç içe geçtiği ve giderek otoriter yönetimlerin iktidara geldiği bu süreçte, gidişatı krizin faturasını ödemek istemeyen emekçilerin mücadelesi belirleyecek[i].

Başta Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda olmak üzere Euro bölgesini gölgesi altına alan kriz iki temel noktaya dayanarak açıklanabilir: Kapitalist üretim tarzının ve üzerine inşa edilen toplumsal ilişki, yapı ve kurumların, çelişkili doğaları nedeniyle sürekli krizlerle birlikte var olduğu gerçeği ve uluslar arası para sisteminin istikrarsızlığı.

Kapitalizmin çelişkili doğası
Bireysel sermayedarlar, rekabet ortamında ayakta kalmak için, sürekli daha ucuza meta üretmek ve emek verimliliğini sürekli artırarak daha fazla sermaye yoğun üretim yapısına geçmek durumunda. Bu zorunluluğun sonuçları ise istihdam kapasitesinin daralması, üretim sürecinde giderek daha fazla emekten tasarruf etmeye dayanan tekniklerin kullanılması ve üretilen metaların değersizleşmesi. Bu durum üretim sürecinin içsel yapısı nedeniyle ortaya çıkan tıkanıklıkların, üretim ve tüketim alanında zamansal bir yolculuğa çıkılarak aşılması zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Bu zamansal yolculuğu mümkün kılan ilişkiyi ise kredi oluşturuyor. 1970’lerdeki krizden itibaren kredi ilişkisi sistematik olarak yoğunlaştı ve gelecekteki üretimin metalaştırılması anlamında sürekli bir geleceğe kaçış imkânı yarattı. Ta ki 2008 krizine kadar!

Uluslar arası para sisteminin istikrarsızlığı
Küresel krizin ikinci boyutuna, uluslararası para sisteminin 1970’lerden itibaren yaşadığı istikrarsızlığa gelince… Bu noktada, ABD’nin, kendi hegemonyası ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan, doların rezerv para olarak kullanımına ve ulusal paraların dolar aracılığıyla altına bağlanmasına dayanan Bretton Woods sistemini, 1970’lerin başında, Almanya ve Japonya karşısındaki rekabet üstünlüğünü kaybetmeye başlaması nedeniyle terk etmesine dikkat çekmek gerekiyor. Bu durum, uluslararası para sistemini düzenleyen mekanizmaların ortadan kalktığı, paranın metalik özünü kaybettiği ve sadece devlet tarafından onaylanmasıyla ile tedavüle girdiği bir döneme girildiği anlamına gelirken bir başka önemli sonucu daha beraberinde getirdi:  Parasal krizlerin hızla bir devlet krizine, uluslararası para sistemindeki krizlerin ise, hegemonik devletin krizine dönüşme olasılığı.

Güncel krizin derinleşmesi
2011 yılının Ağustos ayından itibaren etkisini daha fazla hissettiren krizin, 2008 yılında yaşanan finansal krizle olan bağlantısı, 2008-9 döneminde finans piyasalarında yaşanan ve finansal kurumların batmasıyla ortaya çıkan özel zararların, merkez bankalarının devreye girerek toplumsallaştırılması ile kurulabilir. Bunun doğal sonucu ise, başta ABD olmak üzere, 2008 krizinin maliyetlerini üstlenen devletlerin mali kriz ile karşılaşmaları oldu.

Euro bölgesindeki eşitsiz gelişme
Merkezi bir devlet organizasyonundan yoksun bir parasal birlik olan Euro bölgesi, birliğin içersindeki eşitsiz devlet ve sermaye yapılarından dolayı çelişkiler taşıyor. Euro alanı içersinde iflas tehlikesiyle karşı karşıya olan ülkeler (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda), kullandıkları para biriminin devalüasyona imkân vermemesi nedeniyle kaybettikleri rekabet güçleri sonucunda sürekli dış açık verirken, dış açıklarını giderek artan bir borçlanma ile karşılamak durumunda kaldılar[ii]. Almanya’nın egemenliğinde işleyen sistem, bu ülkelerin borçlarını ödeyememeleri ile birlikte büyük bir kriz ile karşılaştı. Ancak Avrupa’da krizin aldığı özgün biçim, üretim alanında yaşanan tıkanıklıkların kredi ilişkisi yoluyla ötelenme girişimleri ve bunun da özellikle 2008 krizinden sonra mümkün olmaktan çıkması şeklinde tanımlanabilir.

Krizden çıkış önlemleri krizi derinleştirecek
AB Komisyonu ve IMF tarafından önerilen krizden çıkış programları,
·        Bütçe açığının kapatılması,
·        Kamu harcamalarının daraltılması,
·     Başta ücretlerin düşürülmesi olmak üzere, toplu işten çıkarmalar ve sosyal haklarda kısıtlamalar gibi daraltıcı önlemlere dayanıyor.
Ancak bu öneri paketinin kendisi çelişkilerle dolu. Her şeyden önce, bir ülkenin borçlarını ödeyebilir hale gelmesi yeniden büyüme periyoduna girmesine bağlı. Zaten daralan ekonomilerin uygulayacağı daraltıcı politikalar ise borçların ödenmesi için gerekli kaynağın yaratılmasını imkânsız hale getiriyor. Dolayısıyla krizden çıkış için ileri sürülen ana akım öneriler, krizi derinleştirmekten başka bir işe yaramayacak.  

Kriz nitelik değiştiriyor
2011 Ağustosunda belirgin hale gelen; ancak finansal alanda olduğu düşünülen kriz, Kasım ayına gelindiğinde hızla nitelik değiştirerek, siyasi krizlere dönüştü. Bunun nedenlerinden biri, parasal krizlerin aynı zamanda devlet krizi olmasıdır. Bir diğeri ise, önerilen krizden çıkış programlarının emekçilerin gündelik hayatlarını olumsuz etkileyen, yıllardır süren mücadelelerle kazanılmış olan hakların bir günde geri alınmasını öngören, kısaca, krizin faturasını çalışanlara yükleyen bir yapıda olmasıdır. Özellikle Yunanistan’da bu pakete yönelik başlayan büyük çaplı grev ve direnişler, sürecin siyasi olarak sürdürülemez noktaya gelmesini sağlayarak hükümetin istifasına yol açtı. Benzer bir süreç İtalya’da da yaşandı ve daraltıcı önlemleri içeren bütçe meclisten çıkarken hükümet düştü.

Teknokrat hükümetler dönemi
Bu noktada dikkat çekici olan, düşen hükümetlerin yerlerine, siyasi alandan uzakta konumlandırılan teknokrat hükümetlerin iktidara getirilmeleridir. Bu durum, en azından teorik olarak, farklı toplum kesimlerinin siyaset kanalıyla iktidara nüfuz etmesini mümkün kılan liberal demokrasinin iddialarından uzaklaştığı ve fiilen askıya alındığı anlamına gelmektedir. Öte yandan, ekonomik kriz ile siyasi krizin iç içe geçtiği ve giderek otoriter yönetimlerin iktidara geldiği bu süreçte, sürecin gidişatını, krizin faturasını ödemek istemeyen geniş toplum kesimlerinin mücadelesi belirleyecek.


[i] Bu yazı Ekmek ve Özgürlük'ün 18. sayısında yayınlanacaktır.

8 Aralık 2011 Perşembe

birimiz hepimiz, hepimiz Europa için!


Zeus, Girit’e kaçırdığı Europa’ya adanın koruyucusu olan Talos, avının peşini bırakmayan bir köpek ve hedefi hiç ıskalamayan bir mızrak bırakır. Bu tanrıça figürünü her fırsatta kullanan Avrupa Birliği içinse işler mitolojideki gibi gitmiyor. Yine de kapitalizmin ve finansal piyasaların hediyesi krizle başa çıkmaya çalışırken elinde avucunda ne varsa kullanan AB teknokratları koruyucu finansal düzenlemeler, hedefinden vazgeçmeyen bir mali disiplin ve bu disipline uymayanları dürtecek bir ceza sistemi üzerinde kafa yormaya devam ediyorlar. Bu çabanın politikacılarda somutlaşmış bir ismi de var artık: Merkozy (Merkel + Sarkozy). Ancak buna gelmeden önce teknokratikleşme ve finansal disiplini tüm topluma dayatmanın başka örnekleri üzerinde durmak gerekiyor.


Finansal sektör çıkarlarının kamu çıkarı ile özdeşleştirilmesi süreci her toplumda farklı seyir izlerken uluslararası kurtarma planlarının tökezlemesine de bizzat bu özdeşliğin kurulma süreci katkıda bulunabiliyor. Slovakya’da ve bütün Avrupa’da ortalığı kısa bir süreliğine karıştıran oylamayı ve sonrasındaki “Ficova” (Fico + Radicova) olayını ele alalım. Euro bölgesinin nüfusu az, yurtiçi hasılası nominal olarak küçük ülkesi Slovakya'da kırılgan koalisyon hükümeti ilk kadın başbakan Radicova önderliğinde 2010'da kurulduğunda Slovak Demokratik ve Hristiyan Birlik, merkez sol olarak görülen ve Robert Fico liderliğindeki Yönelim - Sosyal Demokrasi karşısında aslında son derece zayıf bir seçim performansına dayanarak iktidara geçmişti. Sağ ve liberal partilerin koalisyonu, muhalefetten Euro bölgesinde daha fazla mali disiplin sağlayacak kurtarma paketlerinin oluşturulması ve yeniden yapılanma konusundaki önerilerine destek gelmesine karşın kendi içinde bir bütünlük de sergileyemiyordu. Serbest piyasacı Özgürlük ve Dayanışma'nın lideri Richard Sulik koalisyonda yer almasına karşın Avrupalıların vergilerinin "har vurup harman savuran" ülkelerin kurtarılması için kullanılmasının zinhar uzak durulması gereken bir tür piyasaya müdahale anlamına geldiği inancını koruyordu.

Ekim ayındaki kriz görünürde koalisyon ortaklarının anlaşamaması ve bunun nihayetinde Avrupa Finansal İstikrar Fonu'nun (European Financial Stability Facility – EFSF) imkanlarının genişletilmesi ve Yunanistan vb.nin kurtarılması doğrultusunda kullanılması planının oylanmasında açığa çıkması şeklinde görünüyor. Ancak bu tespiti birkaç adım ileri götürmeyince, Ekim ayı ortasında çokça görüldüğü gibi Avrupa ekonomisinin yüzde birini temsil eden Slovakya işlerin yolunda gitmesine taş koymuş başka bir şımarık çocuk gibi resmedilebiliniyor. Joachim Becker vd.nin 2010 tarihli “Peripheral Financialization” çalışmalarındaki özetinden anladığımız üzere Slovakya'da özelleştirmeler ve hükümet aracılığıyla yaratılan imkanlar sayesinde bir kaynak aktarımı süreci devam ederken, krize kadar geçen bir onyıllık süreçte neoliberaller ve sosyal liberallerin ittifakı emeklilik sistemini özelleştirip düşük ücret ve ihracat yönelimi aracılığıyla bir neoliberal yeniden yapılanma peşinde gidiyordu. Bu yapılanma aynı zamanda hanehalkı gelirine oranla yükümlülüklerin üç kat artışına ve borç içinde yüzen düşük gelirli bir toplumun ortaya çıkmasına katkıda bulunuyordu.

Bu arka plana yerleştirilmiş bir siyasi çok parçalılık polikacıların neoliberal hegemonya içinde kalarak manevralarda bulunması için olanaklar sunuyor. Euro bölgesinde sıkı bir mali disiplin ve müflis konuma yaklaşmış devletlerin kamusal varlıklarının yağmalanması konusunda hemfikir politikacıların anlaşmazlıkları, Slovakya’nın yeni devşirilen istikrar mekanizmalarına ya da halihazırdaki fon olanaklarına ne kadar katkıda bulunacağı üzerinde dönüp duruyor. Erken seçim şartıyla EFSF’nin olanaklarının arttırılması oylamasında evet oyu vereceğini açıklayan ana muhalefet lideri Robert Fico ile EFSF’nin olanaklarının genişletilmesini sosyalist bir proje olarak sunan Özgürlük ve Dayanışma lideri Sulik arasındaki fark kamu politikalarının belirlenmesinde piyasalara tabiyet anlayışının hakim rengi verdiği skala içinde farklı tonlar olarak duruyor. Birkaç gün sonra gerçekleşen ikinci oylamada planın kabulü sonrasında Mart 2012’deki seçimlerin yeni bir hükümet oluşumuna vesile olacağı kesin; ancak Radicova ve Fico arasındaki işbirliğinin simgelediği teknokratik siyaset anlayışı Radicova koltuğunu parti içindeki muhalefete kaptırsa da devam edecek gibi görünüyor.

Slovak siyaseti içinde Sulik gibi siyasetçilerin tepkileri insanların temel bir algılarına hitap etmeye çalışmakta. Ülke ekonomisinin durumunu hane gelir gider dengesi üzerinden algılayan çoğu emekçi, bütçeye 3 milyar Euro’dan daha fazla yük getirecek bir kurtarma planının kendileri için daha fazla vergi ve daha fazla borç anlamına geleceğini düşünüyorlar. Burada Ficova siyasetinin manevrası ise bu tepkileri genel bir mali disiplin içine sokulan Avrupa ve tabi Slovakya’nın nurlu ufuklara doğru koşacağı ve dışarıdan kaynaklı bu krizin bitmesi durumunda Slovakya’da işlerin tüm Avrupa ile birlikte düzeleceği inancının yaygınlığını korumasından güç alıyor. Slovakya’da toplu bir şekilde istifa etmeye başlayan doktorlar ve Slovakya’nın borçlanma maliyetindeki kıpırdanma Avrupa borç krizini kapsamanın teknik bir iş olduğuna ve başka çare olmadığına iman etmişlerin planlarını Mart 2012’den önce bozabilir.

Burada da Avrupa’nın başka yerlerindekine benzer bir şekilde krizin yeniden yapılanma ve daha fazla mali disiplin için kullanılmasına dair bir hikaye var. Kriz, Slovakya’da başlamamış olsa da, “hepimizin” çıkarının nerede yattığına dair ortada dolanan sorulara finansal sektörün iyileştirilmesi ve Avrupa finans sisteminin çalışır hale getirilmesi üzerinden cevaplar üretmek için kullanılıyor. Gerçek ve maddi yaşam koşullarımızla kurduğumuz ilişki finansal sektörün dolayımından geçtiği ölçüde biz de bu cevaplara katılmaya hatta Merkozy – Ficova vb.nin sunduklarının hararetli savunucuları olmaya başlıyoruz. AB teknokratları krize cevap üretememiş olsalar da sistemi koruyup kollama görevini başarıyla ifa eden bu tarz bir politik-kurucu ilişkiyi tartışmaya devam edeceğiz.