8 Kasım 2012 Perşembe

Krizin Gölgesinde ABD Başkanlık Seçimi

Önümüzdeki günlerde (6 Kasım) gerçekleştirilecek olan başkanlık seçimleri birçok açıdan sadece ABD’yi değil, dünyanın geri kalanını da yakından ilgilendirir nitelikte. Bu nedenle, gerek seçimlerin ABD içi dinamiklerle olan bağlantısını kurmak, gerekse bunun muhtemel sonuçlarına işaret etmek, önümüzdeki dönemi anlamak açısından önemli olanaklar sunabilir. 


Başkanlık Yarışı
ABD’deki siyasal sistem ve seçimlerle ilgili yazanların üzeride ortaklaştıkları konu, ABD’li seçmenlerin, mevcut iki partili sistem yapısı nedeniyle sürekli “kötünün iyisine” mahkum oldukları. Zira, muhafazakar ve liberal seçenekler etrafından şekillenen sistemde, aslında geniş toplum kesimlerinin gündelik hayatları açısından herhangi bir iyi seçenek yok. Dolayısıyla bu “ehven-i şer” söylemini, “kötü ve daha kötü” seçenekler olarak düzeltmek gerekiyor.

Bilindiği gibi ABD’de başkanlık sistemine dayalı bir siyasal oluşum hüküm sürüyor. Bu nedenle de seçimlerde başkan adayları özel olarak öne çıkıyor. Daha ağır bir tempoda ilerleyen seçim kampanyaları, son iki aya gelindiğinde yoğunlaşıyor ve artık geleneksel hale gelmiş olan “başkanlık tartışmaları” ile iki aday daha önceden kararlaştırılmış konular üzerine canlı yayında izleyicilerin/seçmenlerin karşısına geçiyorlar. Dört oturum olarak gerçekleştirilen tartışmada tarafların temel argümanları ise şöyle özetlenebilir.

Obama ve “Değişim”
Demokratların adayı ve halihazırda ABD başkanı olan Barack Obama’nın temel argümanı bir “enkaz devraldıkları” üzerine. Zira 2008 krizinin en şiddetli günlerinde iktidara gelen Obama, krizin nedeni ve sorumlusu olarak Cumhuriyetçi ekonomi politikalarını ve bir önceki başkan Bush’u gösteriyor. Başkan Obama, ekonomide karşılaşılan tüm sorunlara rağmen kendi yönetimleri sayesinde, finans sisteminin topyekün çökmesinin önüne geçildiğini, özellikle krizden etkilenen ve iflas aşamasına gelen yerli otomotiv sektörünün, yürüttükleri aktif kurtarma politikaları sonucunda krizin etkilerine karşı korunabildiğini ve bu sayede binlerce çalışanı işsiz kalmaktan kurtardıklarını iddia etti. Buna ek olarak, büyük sigorta şirketlerine “karşı” geliştirdikleri mücadele sonucunda hayata geçirdikleri sağlık ve sigorta reformu (Obama Care) sayesinde, bütün vatandaşların sağlık hizmetlerinden faydalanır hale geldiklerini anlattı. Enerji politikaları açısından da kömür ve petrol yerine alterrnatif enerji kaynaklarına dayalı bir üretim yapısına geçiş için gerekli hazırlıkların yapılacağı sözünü verdi. Dış politika alanında ise, Afganistan’dan çekilmenin öncelikli gündemleri olduğu ve bundan sonra “dış müdahale” konusunda daha temkinli olacaklarını anlattı. Son olarak, ABD seçim dönemlerinin geleneksel gündem maddesi olarak kürtaj konusunda da, kadınların kendi kararlarına saygı duymaya devam edeceklerini açıkladı.

Romney ve “Muhafazakarlık”
Cumhuriyetçilerin başkan adayı olan Mitt Romney’in temel argümanı ise, Obama’nın izlediği ekonomi politikasının artan işsizlik ve yoksulluk sorunlarını çözmede başarısız olduğu idi. Daha önce Massachusetts valisi olan Romney, aynı zamanda ABD’nin önde gelen işadamlarından ve zenginlerinden biri. Bu özelliklerine vurgu yapan Romney, Türkiye’de 2002 seçimlerindeki Cem Uzan’ı hatırlatan şekilde, ekonomik krizden çıkışta izleyeceği politikayı hazırlarken, iş dünyasında edindiği tecrübelerin çok önemli rol oynadığının ısrarla altını çiziyor. Krizle mücadele ve iş yaratma konusunda ise, oldukça çelişkili bir seçim kampanyası geçiren Cumhuriyetçi aday, ilk başlarda, yeniden ekonomik büyümenin sağlanması için, ABD’deki yatırım ortamının iyileştirilmesini, bunun için de, özellikle en zenginler ve büyük şirketler üzerindeki vergi yüklerinin azaltılması gerektiğini savunuyordu. Ancak kampanyanın sonlarına doğru, bunu değiştirerek, zenginlere vaad ettiği vergi indirimi yerine, orta sınıfların vergi yüklerini azaltacağı sözünü verdi. Dış politika alanında, yine birbiriyle çelişen şekilde, bir yandan caydırıcılığın artırılması adına ordunun ve askeri harcamaların artırılmasından yana olduğunu savunan Romney, diğer yandan ABD’nin daha mutedil bir dış politika izlemesi geretiğini savunan Obama ile aynı görüşü paylaştığını belirtti. Son olarak kürtaj tartışmasında ise “yaşam hakkını” savunduğunun altını çizerek, kürtaja karşı olduğunu belirtti. Dolayısıyla Romney, özellikle 1980 sonrası noeliberal ideoloji ile muhafazakarlığın mutlu evliliğinin gerçekleştirildiği topraklardaki geleneğe bağlı kalarak, bir yandan aile değerlerine önem veren, farklı etnik ve dinsel gruplara karşı hasmane bir siyaset izleyen, ancak diğer yandan da bireyciliğin en erdemli ideoloji olduğuna inanan bir yaklaşımı tutartlı bir şekilde sürdürüyor.

Üçüncü Seçenek: Başka Bir Amerika Mümkün!
ABD’deki iki partiye göre biçimlendirilmiş sistem nedeniyle, herhangi bir üçüncü partinin ulusal düzeyde siyaset yapabilmesi, hatta başkanlık seçimlerinde bir alternatif olarak çıkması “normal” şartlar altında neredeyse imkansız. Ancak buna rağmen, özellikle radikal sol ve yeşiller hareketinden gelen partilerin zor da olsa seslerini duyurmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunların arasında en etkin olanı 2001 yılında kurulan Yeşiller (Green Party), ekolojik sorunların çözümünü gündeminin üst sıralarına taşıyan, şiddet karşıtı, sosyal adaleti tesis etmeyi amaçlayan ve taban örgütlenmesi ilkesine dayanan yapısı ile öne çıkıyor. Ancak 6 Kasım’daki seçimlere “başka bir Amerika mümkün!” sıloganı ile hazırlanan Yeşiller, mevcut siyasal sistem nedeniyle güçlü bir alternatif olmaya doğru evrilmesini sağlayacak bir taban bulamıyor. Yine Yeşiller gibi, Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (Party for Socialism and Liberation), Sosyalist Eşitlik Partisi (Socialist Equality Party), ABD Sosyalist Partisi (Socialist Party USA), Barış ve Özgürlük Partisi (Peace and Freedom Party) gibi pek çok irili ufaklı muhalif hareket, ABD siyaseti içersinde yer alıyor. Ancak bu parti ve hareketler, bir yandan mevcut siyasal sistem nedeniyle seslerini duyurmakta zorlanırken, diğer yandan da özellikle radikal sendikal hareketin bastırılması gibi nedenlerden ötürü, işçi sınıfının, siyahların, göçmenlerin ve genel olarak ezilenlerin temsilcisi olma konumunu kazanamamış durumda. Dolayısıyla, iki partili sisteme dayanan siyasette, bu iki partinin dışında herhangi bir partiye verilen oylara “boşa gitmiş” gözüyle bakılırken, özellikle muhalif kesimlerden gelen tepkiler, genellikle “oyların bölünmemesi” gerekçesiyle soğurulup yine Demokratlara yönlendiriliyor.

Son dönemde “işgal” hareketi (Occupy Wall Street) tarafından organize edilen kitlesel gösteriler ve Chicago’daki öğretmenler sendikasının gerçekleştirdiği geniş çaplı ve kitlesel grevler, kriz sonrasında geniş toplum kesimlerinin tepkilerinin açığa çıkması bağlamında oldukça anlamlı girişimler olarak değerlendirilmeli. Ancak temel olarak üniversite öğrencilerinin, harçları ödeyebilmek için aldıkları yüksek banka kredilerinin yarattığı borç sorunlarına dayanan bir öğrenci hareketi olarak gelişen “işgal” hareketinin, farklı toplum kesimleri ile temas kuramaması, gerekse de, öğretmenler sendikasının yaptığı grevlerin, sendikasız ve güvencesiz bir şekilde çalışan işçi sınıfının geniş kesimleri ile buluşamaması gibi nedenlerden dolayı, yeni gelişen bu muhalif hareketler, ciddi bir üçüncü seçenek yaratma konumunun hayli gerisinde kalıyor.

Seçimlerin Esas Gündemi: Ekonomik Kriz
Ancak, en az farklı konulardaki alternatif çözüm önerileri kadar, başkan adaylarının performatif gösterilerine de odaklanan “başkanlık tartışmalarını” bir kenara koyarsak, seçimleri belirleyen esas gündemin ekonomik kriz ve bunun sonuçları olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Gerçekten de 2008 yılında açığa çıkan ve banka, finans ve sigorta şirketlerinin ard arda batmalarıyla başlayan ekonomik krizin en yakıcı günlerinde, “umut ve değişim” sloganı ile iktidara gelen Obama yönetiminin ekonomik performansı, yeniden seçilmesini zora sokacak nitelikte. Uygulanan bir çok “kurtarma paketine” karşın işsizlik oranlarının bir türlü kriz öncesi seviyeye gerilememesi, borçlarını ödeyemedikleri için bankalar tarafından evlerine el konulanların sayısındaki artış, yoksulluk sınırı altında yaşayan Amerikalıların sayısal olarak yükselmesi gibi pek çok sorun, geniş kitlelerin hayat şartlarını giderek daha da zorlaştırıyor.

Ancak ekonomik kriz karşısında, Obama yönetiminin Avrupa’dan farklı olarak daha esnek bir politika izlemesi sonucunda ekonominin resesyondan çıkması, siyasi olarak Obama’nın artı hanesine yazılıyor. Gerçekten de, devletin ekonomiye müdahalesi anlamında en temel iki araç olan para ve emek gücünin her ikisini de kullanan ABD, Avrupa’nın karşılaştığı sürekli kötüleşen ekonomik durum ile şimdilik ayrışmış gibi görünüyor. Bu anlamda, bir yandan paranın değerinin düşürülmesine ve özel zararların devletleştirilmesine yönelik genişletici para politikaları, diğer yandan da emek gücünün değerinin düşürülmesini amaçlayan reel ücretin azaltılması politikası, Obama döneminde başarıyla uygulanmış durumda.

Liberal Siyasetin Açmazları ve Kapitalist Devlet
Ancak ABD’deki başkanlık seçimini daha geniş bir çerçeveye oturtarak, liberal teorinin temelini oluşturan “çoğulculuk” argümanı[1]çerçevesinde tartışmak gerekiyor. Liberal teze göre devlet, farklı toplum kesimlerine eşit mesafede duran, toplumdaki farklı çıkar ve baskı grupların yarışması sonucunda belirlenen iktidarca yönetilen bir mekanizmadır. Ancak eğer kapitalist sosyal ikişkiler sistemini veri alıyorsak, devletin, politikacıların siyasi kökenlerinden ya da politik eğilimlerinden bağımsız olarak, sermaye birikim sürecinin gerekleri ile sınırlanmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin, herhangi bir sistem karşıtı hareket bir şekilde iktidar olsa dahi, özel mülkiyete dokunmadığı ölçüde, yatırım kararları özel şirketlerde kalmaya devam eder. Bunun sonucunda ise, ekonomik büyüme ve iş yaratma gibi temel kararlar sermaye sınıfının elinde olduğundan, iktidarda olan partiler, ekonomik büyümeyi sürdürmek, işsizliği azaltabilmek ve iktidarlarını koruyabilmek için, siyasi yönelimlerinden bağımsız olarak sermaye yanlısı politikalarla uzlaşmak durumunda kalacaktır. 

Bu bağlamda, Cumhuriyetçi aday Romney’in ABD’nin sayılı zenginlerinden olmasının karşısında Obama’nın “öteki” kategorisinde yer alan bir siyah olarak, “değişim” sloganı etrafında alternatif politikalar izleyeceğini ummak, ancak liberal çoğulculuk ütopyası çerçevesinde mümkün hale geliyor. Ancak bu ütopik durumu bir kenara koyup, gerçek hayata döndüğümüzde, gerek özel olarak ABD devletinin, gerekse genel olarak kapitalist devletin, yapısal olarak sermaye yanlısı ve geniş toplum kesimlerinin yaşam koşullarını olumsuz etkileyen politikaları uygulamaya devam edeceğini belirtmek gerekiyor. Bu çerçevede içinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz karşısında ABD’nin tutumu, bu durumu en açık bir şekilde ortaya koyar nitelikte. Buna göre 2008 krizinin patlak verdiği sırada iktidar olan Obama’nın ilk ve en önemli icraatı, borçlarını ödeyemez duruma gelen yoksul kitlelerin derdine derman olmak yerine, onların bu halde olmasında önemli katkıları olan bankaların kendilerini kurtarmak oldu. Yine, birbiri ardına uygulamaya konulan kurtarma paketleri ile özel zararlar kamulaştırılarak, sermaye kesimine muazzam miktarda karşılıksız kaynak transferi gerçekleştirildi. Bu anlamıyla iktidarda olan siyasi partinin ya da başkanın politik yöneliminden bağımsız olarak, devlet, kapitalist sistemde devletin temel işlevlerinden biri olan “özel zararın sosyalleştirilmesi”, yani geniş kitlelerin sırtına yüklenmesi işlevini yerine getirdi. Dolayısıyla, gerek ABD özelinde, gerekse diğer kapitalist ülkelerde birbiriyle yarışan siyasi partilerin, özel mülkiyeti ve piyasa mekanizmasını hedef alan bir siyaseti ciddi ve inandırıcı bir alternatif olarak toplumun önüne sunmadıkları sürece, geniş toplum kesimlerinin dertlerine derman olacak seçenekleri geliştirmeleri olanaksız gibi görünüyor.

Bu yazı, daha önce 4.11.2012 tarihinde Evrensel Gazetesi’nin Pazar ekinde yer almıştır: http://evrensel.net/news.php?id=39786


[1] Daha geniş bir analiz için Şebnem Oğuz’un “Çoğulculuk Yapısal Olarak Mümkün Değildir” başlıklı değerlendirmesine bakılabilir:  http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=47963

22 Ekim 2012 Pazartesi

Kriz, ABD ve AB: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı ?


2008 yılında ABD konut piyasasındaki kredilerin batması ile tetiklenen ekonomik kriz, bankacılık ve finans sisteminin entegre yapısı nedeniyle hızla Avrupa piyasalarına ve dünya geneline yayılmış durumda. Ancak 2008’den günümüze kadar geçen süreci farklı aşamalarda değerlendirebiliriz. 


Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı. 

İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu. 

Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.

Ancak yukarıda kısaca aktardığımız süreç, ekonomik krizin sadece tetikleyici yönünü oluşturuyor. Sürece daha genel hatlarıyla baktığımızda ekonomik krizlerin kapitalist sistemin işleyişi açısından bir bir istisnayı değil, kaideyi oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla, Marks’ın da ısrarla altını çizdiği gibi, kriz, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi açısından yapısal bir unsurdur. Marks’ın bıraktığı yerden, ekonomik krizler üzerine var olan literatür genellikle Marksist gelenek öncülüğünde geliştirilmiş ve kar oranlarının düşme eğilimi, kar sıkışması, aşırı üretim/birikim, eksik tüketim gibi sürecin farklı yönlerine işaret eden açıklama çerçeveleri ortaya konulmuştur. Burada, bu yaklaşımların detayına girmeden içinden geçmekte olduğumuz krizi  yaratan koşulların tarihsel gelişimini sermaye birikiminin ana eğilimlerine bakarak kısaca değerlendireceğiz.

Güncel Krizin Tarihsel Temelleri
Güncel krizin temelleri 1970’lerde yaşanan krizle doğrudan bağlantılı. 1970’li yıllarda kar oranlarının düşmesi sonrasında, yeniden karlılık koşullarının yaratılabilmesi için yapılan ilk iş, işçi sınıfına, örgütlülüklerine ve kazanımlarına karşı geniş çaplı bir saldırı ve geriletme kampanyasına girişilmesiydi. Bunun sonucunda 1980’li yılların başlarından itibaren özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere, pek çok ülkede neoliberal programlar hayata geçirilmeye başlandı ve emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki makas, ilkinin lehine bir şekilde değiştirildi. Ancak gerek reel ücretlerin düşürülmesinden, gerekse dünya genelindeki kapitalist şirketler arasındaki rekabetten kaynaklanan sebeplerle, üretilenlerin satılması yani eksik talep sorunu ile karşı karşıya gelindi. Bu aşamada, kapitalist birikim sürecinin son dönemini karakterize eden bir başka önemli mekanizma, yani kredi mekanizması devreye sokularak, sosyal hakların ve reel ücretlerin gerilemesi ile düşen alım gücü, faiz oranlarının düşürülmesi yardımıyla borçlanmanın kolaylaştırılması sağlanarak, suni olarak yeniden tesis edilmeye çalışıldı. 

Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir. 

Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.

Kriz ve Avrupa’nın Neoliberal Dönüşümü
Özellikle 2011 yılından itibaren krizin yoğunlaştığı Avrupa coğrafyasına baktığımızda ise, buradaki sorunları daha iyi anlayabilmek için, krizin Avrupa’ya özgü açığa çıkış biçimlerine değinmek gerekiyor. Buna göre, Avrupa Birliği (AB) bir dizi yapısal eşitsizlik üzerine kurulmuştur. Genellikle şu anda krizde olan güney ülkeleri daha çok emek üretkenliklerinin görece düşük olması nedeniyle sistematik olarak dış ticaret açığı verir durumda. Bunun karşısında başta Almanya olmak üzere, bir dizi kuzey ülkesi ise yine sistematik olarak dış ticaret fazlası veriyor. Bu süreç sonucunda ise, güney ülkelerinin dış ticaret açıklarını başta kuzey ülkelerinden olmak üzere, uluslararası piyasalardan borçlanarak kapattıklarını görüyoruz. Dolayısıyla Avrupa krizinin gerisinde, öncelikle AB içi eşitsizliklerin yatmakta olduğu söylenebilir. 

Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.

Ancak özellikle AB çerçevesinde, krizden çıkış için önerilen kemer sıkma politikalarına bakıldığında ise, bu süreçte krizi, sermayenin AB genelinde daha da güçlenmesi ve neoliberalizmin derinleşmesi için bir fırsata çeviren Alman sermayesini görmekteyiz. Buna göre Alman sermayesi, krizle beraber özellikle 2000’li yıllarda yine Alman işçi sınıfını denetim altına alarak kurduğu yeni “Alman modeli” çerçevesinde tüm Avrupa’yı dönüştürme projesini devreye sokmuştur. Bu modelin temeli, işçi sınıfının gücünün geriletilmesine, reel ücretlerin baskılanmasına, çalışanların sosyal haklarının geriletilmesine, esnek çalışma uygulamalarının emek piyasasında ana norm haline getirilmesine ve bu yollarla uluslararası “rekabet gücünün” yeniden tesis edilmesine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.

Krizin Geleceği
Yukarıda ana hatlarıyla ifade ettiğimiz gibi bugün krizden çıkış için önerilen politikalar, bizzat krizin nedeni. Dolayısıyla, kısa vadede krizden “çıkıştan” çok, ekonomik krizin daha da derinleşmesi ve zaten pek çok Avrupa ülkesinin çoktan girdiği resesyonun daha da genişlemesi gündemde. Ancak krizin bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, genel olarak sınıf mücadelesinin alacağı biçimlere ve özel olarak da işçi sınıfının krizin faturasını kendisine ödetmeyi amaçlayan sermaye programlarına direnebilme kapasitesine bağlı. Her ne kadar şimdiye dek, herhangi bir ülkede net bir şekilde daraltıcı programın geriletilmesi sağlanamasa da, bu programlara karşı olan direnişin giderek daha da geniş kitleleri içerecek şekilde genişlemesi, krizin geleceğinin AB Merkez Bankası koridorları kadar, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya meydanlarında belirleneceğine işaret ediyor. Bu anlamıyla denilebilir ki, tarih bir kez daha Avrupa sokaklarında yazılacak.
---------------------------------------------
Bu yazı daha önce SoL Gazetesi'nde, 20 Ekim 2012 tarihinde yayınlanmıştır.

14 Ekim 2012 Pazar

Orta Vadeli Program, Türkiye Ekonomisi ve Kriz

Geçtiğimiz hafta ard arda önce IMF Türkiye Raporu, DünyaRaporu ve Türkiye’de yeni Orta Vadeli Program (2013-2015) açıklandı. Tabii ki açıklanan tüm bu belgelerin ortak noktası, 2008 yılından itibaren bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik krizi konu almalarıydı (1). 

Açıklanan bu rapor ve programları özellikle Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, krizin etkilerinin 2012’nin son çeyreğinde ve özellikle de 2013 yılında daha net olarak gözleneceğini söyleyebiliriz. Ancak bu etkiler, tabii ki tüm taraflar için eşit bir şekilde dağılmıyor. Örneğin sanayi sektörüne bakıldığında, krizin en sert etkilerinin görüldüğü 2009 yılından itibaren ilk kez yüzde 1.2 oranında daralma yaşandığını, ancak buna karşın, yine Ağustos ayı için bankacılık sektörünün aylık net karının yüzde 19.2 artarak 15 milyar TL’yi bulduğunu görüyoruz. Ancak bu aylık değerlendirmelerin dışında, sürece genel olarak bakmak ve özellikle 2001 krizi sonrası izlenen ekonomi politikalarının temel yönelimlerini ve bunun çalışanlar açısından etkilerini ele almak gerekiyor.

2001 krizi sornası izlenen ekonomi politikası, enflasyon karşıtı bir programa dayanıyordu. Bunun için ise, iç talebin baskılanması ve büyümenin dış talep çekişli olarak gerçekleşmesinin öngörülmesi idi. Ancak iç talebin baskılanması, esas olarak geniş toplum kesimlerinin alım güçlerinin sınırlanması anlamına geliyor. Dolayısıyla, 2001 krizi sonrasında uygulanan enflasyon hedeflemesi sistemi, esasında düşük ücret hedeflemesinden başka bir anlam taşmıyor. Bu sürecin bir başka temel özelliği, Türkiye’de üretken sermaye kesimlerinin giderek daha fazla uluslararası sistemle entegre olması. Özellikle takip edilen para politikası ile de desteklenen bu eğilim, uluslararası rekabette kur avantajı yerine emek verimliliğini artırarak ayakta kalma stratejisine dayanıyor. Emekten tasarruf edilmesi ve daha çok teknoloji yoğun üretim yapısına geçilmesi hedefinin çalışanlar açısından anlamı ise, yüksek hızlı ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranının bir türlü düşürülememesi, işsizliğin halihazırda çalışanlar üzerinde bir şantaj olarak kullanılarak reel ücretlerin düşürülmesi ve giderek esnek çalışma biçimlerinin daha da yaygınlaştırılarak hayata geçirilmesidir.

Ancak izlenen bu ekonomi politikasının iki temel çelişkisine işaret etmek gerekiyor. Bunlardan ilki, yukarıda değindiğimiz yüksek oranlı ve devamlı işsizliğin bir türlü düşürülememesi iken, diğeri de Türkiye’de sermaye birikiminin temel özelliklerinden biri olan cari açık sorunu. En basit anlamıyla ifade edersek, cari açık, dış ticaretten kaynaklanan ve yurt dışına satılanların yurt dışından satın alınanları karşılayamadığı bir ödemeler dengesi problemini ifade ediyor. Bunun önemi ise, dış açığın özellikle kısa vadeli sermaye hareketleriyle ve de kaynağı hala tam olarak belli olmayan ve büyük ihtimalle izlenen ekonomi politikasına dış siyasi desteğe işaret eden “net hata ve noksan” kaleminden gelen sermaye girişleriyle karşılanıyor olmasıdır. Dolayısıyla bu iki alanda yaşanabilecek muhtemel değişiklikler (Suriye meselesi gibi), bir dizi önemli krizi anında tetikleyecek nitelikte.

Son olarak, açıklanan rapor ve programların, yukarıda ifade edilen temel problemlerle ilgili, öncekinden farklı bir öneri getirmediğini belirtmek gerekiyor. Orta Vadeli Program’a göre ekonomik büyüme bu yıl için yüzde 3.2, 2013 için yüzde 4, 2014-5 için yüzde 5 olarak öngörülmüş durumda. İşsizlik oranının ise 2015’te yüzde 8.7’ye gerilemesi bekleniyor. Ancak tüm bu iyimser beklentilerin kaderi, krizin Avrupa’daki seyrine bağlı. Bununla beraber, Program’da belirtilen hedefler ile bu hedeflere ulaşmak için izlenmesi öngörülen yollar arasında da çelişkiler var. Örneğin istihdamı artırma hedefi ile yüksek katma değerli ürünler üretme seviyesine geçiş ya da uluslararası rekabetçi politikalar içsel olarak birbiri ile çelişiyor. IMF’nin Türkiye Rapor’unda ise, özellikle bütçe açığının yaratacağı muhtemel sorunlara ve buna karşı önlem alınması gereğine işaret ediliyor ki, zaten hükümet artık IMF’nin uyarısına gerek kalmadan böylesi tedbirleri kendiliğinden alır durumda.

Toparlamak gerekirse, 2008 yılından itibaren hemen hemen tüm ülkelerde etkileri görülen ekonomik krizin ve etkilerinin süreceği kesin. Ancak ekonomik krizi, bir doğa olayı gibi, başımıza gelen bir felaket olarak algılamamak gerekiyor. K. Marks’ın da belirttiği gibi, kriz, kapitalist üretim yapısının ve daha genel olarak kapitalist toplumsal ilişki sisteminin ayrılmaz bir parçası. Bunu ortaya çıkaran, tetikleyen mekanizmalar tarihsel olarak farklılaşabilse de, krizlerin sürekliliği tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, sermayenin istisnasız her krizi, işçi sınıfının ve tüm çalışanların haklarını geriletmek için “fırsata çevirme” yönündeki mahareti. Dolayısıyla, ekonomik krizi ve krizden çıkış için yapılan önerileri, toplumsal tarafları olan ve mücadele içinde şekillenen süreçler olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle en basitinden, sermayenin orta vadeli bir perspektifte yapacaklarına karşı çalışanların ve sendikaların da bu süreci nasıl karşılayacaklarını açıklamaları ya da en azından bu yönde bir hazırlık yapmaları gerekmekte. Aksi halde kriz bir defa daha sermaye için bulunmaz bir fırsat, geniş toplum kesimleri için ise yaşam düzeyinin gerilemesi ve yoksulluk anlamına gelecek.

(1)  Bu yazı daha önce, 12.10.2012 tarihinde Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır: http://www.evrensel.net/news.php?id=38016

20 Eylül 2012 Perşembe

Sürekli Kriz Çağının Başlangıcı: Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok

Geçtiğimiz haftayı kısaca özetlersek 2007-8'den itibaren var olan tablonun değişmediğini, hatta krizin daha da derinleştiğini görebiliriz. FED, gelen işsizlik rakamlarının bir türlü düşürülememesi üzerine piyasalara sınırsız parasal destek sağlayacağını ilan etti. Bunun karşısında Avrupa Merkez Bankası (ECB), geleneksel yolundan sapmayarak, sadece yapısal reformların uygulanması koşulu ile ikincil piyasalardan fon alımının yapılabileceğini ilan etti. Geçtiğimiz dönemden farklı olan ise, Çin'deki yavaşlamanın daha da belirginleşiyor olması.

Daha  önceden de belirttiğimiz gibi, devletlerin ya da kamu otoritelerinin krize müdahale edebilmek için çok fazla seçenekleri yok. Ya parasal değersizleşme ya da emek gücünün değersizleştirilmesi yoluyla yeniden toparlanma yönünde politika izleyebilirler. Son krizde ABD, her iki yolu da aynı anda uyguluyor. AB ise (Almanya olarak da okunabilir), ikinci seçenek üzerinde ısrarla duruyor. Ancak krizi karşılama biçimleri farklı olsa da krizi yaratan yapısal dinamiklerde bir değişiklik olmadıkça, konjonktür karşıtı politikalarla, politik otoritelerin krizi önleme şansları bulunmuyor. O zaman bu yapısal şartların neler olduğuna bir kez daha göz atabiliriz (#).

1970'li yıllardan itibaren sistemin yapısal krizi, kar oranlarının bir türlü yükseltilememesinden kaynaklanıyor. Bu durumda, en geleneksel yöntem, ücretlerin düşürülerek, yeniden karlılığın sağlanması. Ancak ücretlerin düşürülmesi, bu defa sistematik bir şekilde üretilenlerin satılması sorununu, yani talep yetersizliğini beraberinde getiriyor. Bu durumda ise kredi mekanizması devreye sokularak, talebin suni olarak pompalanması gündeme geliyor. Ancak buradaki talebin, öncekine göre niteliksel bir farkı var, o da borçlanmadan kaynaklanıyor olması. Dolayısıyla, finansallaşma olarak da özetlenen bu durum, farklı ülkelerde farklı zamanlarda devreye sokulsa da, günümüzde dünya genelinde gözleyebileceğimiz bir vak'a olarak karşımıza çıkıyor.

Kapitalist toplumsal ilişkilerde ve üretim yapısında temel motif kar olduğuna göre, karlılığın azalması, bir dizi sonucu da beraberinde getiriyor. Bu durumda, ekonomik büyüme yavaşlıyor, işsizlik artıyor, kamu borcu yükseliyor ve tüm bunlar döngüsel bir şekilde tekrar talebin daralmasına ve tekrar kredi/bireysel borçlanma yoluyla suni talep yaratılması yönündeki çabalara neden oluyor.

Krizin temel dinamiklerinden biri olan karlılığın yeniden tesis edilememesinin en önemli nedeni ise yine sistemin bir diğer yapısal unsuru olan rekabet mekanizması. Özellikle 1970'lerden itibaren önce Almanya ve Japonya'nın, ardından 1980'lerde ve 1990'larda Doğu Asya ülkelerinin son olarak da Çin'in oyuna girmesiyle çıta giderek ulaşılması zor olan noktalara tırmanıyor. Yani bir şirket, aynı kalitedeki herhangi bir malı diğerlerinden  daha ucuza ürettiği anda, diğerlerinin rekabet üstünlükleri sarsılıyor. Ancak, aynı kalitedeki bir malı daha ucuza üretmenin mümkün olan tüm yolları (teknoloji yoğun: işsizlik; emek yoğun: düşük ücret; hızın artırılması: fazla çalışma) çalışanların yaşam koşullarını giderek daha da kötüleştiren uygulamalar.

Toparlamak gerekirse, kar oranlarının düşmesi, rekabet, işsizlik ve ücretlerin düşürülmesi, talebin daralması ancak buna karşı kredi yoluyla bireysel borçluluğun genişletilmesi, günümüze kadar gelen süreçte krizin temel seyri idi. Ancak sistem açısından güncel olan sorun, mevcut bu mekanizmaların da işlemiyor oluşu. Tüm parasal destek çabalarına rağmen ABD'nin en büyüklerinden olan Bank of Amerika'nın bugün, yıl sonuna kadar 16.000 çalışanı daha işten çıkaracağını ilan etmesi, mevcut mekanizmaların işe yaramadığını bir kere daha ortaya koyuyor.

(#) Bu kısa değerlendirme, R. Brenner'in krizin yapısal kökenleri üzerine olan analizinden yola çıkmıştır.