22 Ekim 2012 Pazartesi

Kriz, ABD ve AB: Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Var mı ?


2008 yılında ABD konut piyasasındaki kredilerin batması ile tetiklenen ekonomik kriz, bankacılık ve finans sisteminin entegre yapısı nedeniyle hızla Avrupa piyasalarına ve dünya geneline yayılmış durumda. Ancak 2008’den günümüze kadar geçen süreci farklı aşamalarda değerlendirebiliriz. 


Krizin Aşamaları
İlki, ABD’nin en yoksul kesimlerine değişken oranlı faiz ile verilen uzun vadeli konut kredilerinin, FED tarafından faizlerin 2007’den itibaren artırılması sonrası batık hale gelmeleriydi. Bu aşamada, bankalardan borçlanan (genellikle düşük gelirli işçi sınıfı ailelerinden oluşan) geniş toplum kesimleri, artan faizler nedeniyle ödeme güçlüğü ile karşı karşıya kalıp evlerine el konması sonucu daha da yoksullaştı. 

İkinci aşamada, uzun vadeli bu ev kredilerine dayanılarak piyasaya sürülen finansal kağıtlar, dayandıkları kredilerin batması sonucunda “zehirli” hale geldi. Ardından, bu kağıtları bilançolarında bulunduran bankalar ve emeklilik şirketlerinin birer birer iflası ile karşılaştık. Bu süreç ABD merkezli olarak ortaya çıkmasına rağmen, bankacılık ve finans sisteminin yüksek oranlı uluslararası entegrasyonu nedeniyle hızla Avrupa’daki bankaların ve emeklilik şirketlerinin batmalarına neden oldu. 

Krizin derinleşmesindeki bir sonraki aşama ise, sorun yaşayan bankaların ya yeniden sermayelendirilmesi ya da doğrudan devletleştirilmesi yoluyla, özel zararların merkez bankaları yoluyla sosyalleştirilmesi, yani özel zararın topluma yayılması süreci idi. Bununla beraber, ortaya çıkan “güven” sorunu nedeniyle oluşan likidite krizini aşmak üzere, yine G-7 ülkelerinin merkez bankaları ortak hareket ederek piyasaya para pompalamaya başladı. Bunun sonucunda ise, özel zararın devletleştirilmesinden ve batan şirketlerin kurtarılmasından doğan büyük kamu açıkları nedeniyle kriz bir sonraki aşamaya, yani devlet borçlarının ödenememesi aşamasına geldi. Dolayısıyla, 2008 yılında ABD merkezli başlayan kriz, farklı aşamalardan geçerek günümüzde Avrupa’da yoğunlaştı ve devletlerin iflaslarına neden olan borç krizleri olarak ortaya çıktı.

Ancak yukarıda kısaca aktardığımız süreç, ekonomik krizin sadece tetikleyici yönünü oluşturuyor. Sürece daha genel hatlarıyla baktığımızda ekonomik krizlerin kapitalist sistemin işleyişi açısından bir bir istisnayı değil, kaideyi oluşturduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla, Marks’ın da ısrarla altını çizdiği gibi, kriz, kapitalist üretim tarzı ve sermaye birikimi açısından yapısal bir unsurdur. Marks’ın bıraktığı yerden, ekonomik krizler üzerine var olan literatür genellikle Marksist gelenek öncülüğünde geliştirilmiş ve kar oranlarının düşme eğilimi, kar sıkışması, aşırı üretim/birikim, eksik tüketim gibi sürecin farklı yönlerine işaret eden açıklama çerçeveleri ortaya konulmuştur. Burada, bu yaklaşımların detayına girmeden içinden geçmekte olduğumuz krizi  yaratan koşulların tarihsel gelişimini sermaye birikiminin ana eğilimlerine bakarak kısaca değerlendireceğiz.

Güncel Krizin Tarihsel Temelleri
Güncel krizin temelleri 1970’lerde yaşanan krizle doğrudan bağlantılı. 1970’li yıllarda kar oranlarının düşmesi sonrasında, yeniden karlılık koşullarının yaratılabilmesi için yapılan ilk iş, işçi sınıfına, örgütlülüklerine ve kazanımlarına karşı geniş çaplı bir saldırı ve geriletme kampanyasına girişilmesiydi. Bunun sonucunda 1980’li yılların başlarından itibaren özellikle ABD ve İngiltere başta olmak üzere, pek çok ülkede neoliberal programlar hayata geçirilmeye başlandı ve emek üretkenliği ile reel ücretler arasındaki makas, ilkinin lehine bir şekilde değiştirildi. Ancak gerek reel ücretlerin düşürülmesinden, gerekse dünya genelindeki kapitalist şirketler arasındaki rekabetten kaynaklanan sebeplerle, üretilenlerin satılması yani eksik talep sorunu ile karşı karşıya gelindi. Bu aşamada, kapitalist birikim sürecinin son dönemini karakterize eden bir başka önemli mekanizma, yani kredi mekanizması devreye sokularak, sosyal hakların ve reel ücretlerin gerilemesi ile düşen alım gücü, faiz oranlarının düşürülmesi yardımıyla borçlanmanın kolaylaştırılması sağlanarak, suni olarak yeniden tesis edilmeye çalışıldı. 

Bunun anlamı, özellikle işçi sınıfının ve geniş toplum kesimlerinin alım güçlerini koruyabilmek için giderek daha fazla kredi kullanmaları, yani borçlanmaları idi. Kredi, her dönemde sermaye birikiminin en önemli katalizörlerinden biri olmuştur. Kredi ilişkisi sayesinde sermaye, henüz üretilmemiş olan artı değer üzerinde dahi hak sahibi olma iddiası taşır hale gelmektedir. Bu haliyle kredi, sermayenin geleceği ipotek etmesi anlamına gelir. Ancak kredi ilişkisinin son dönemde aldığı biçim bunun da ötesine geçerek, işçi sınıfının bizzat kendisini bağlayan bir pranga haline dönüşmüş ve yüksek borçluluk, giderek geniş toplum kesimlerini pasifize eden bir mekanizma haline gelmiştir. 

Dolayısıyla, finansallaşma olarak da tanımlanan bu son dönem için belirtilmesi gereken, gelişen bu yüksek boçluluğun, doğrudan reel ücretlerin düşürülmesi ile bağlantılı olduğudur. Ancak her borç ilişkisi gibi, yaratılan tüm bu mekanizma da gayet kırılgan bir zemin üzerine inşa edilmiştir. Zaten reel ücretlerin düşürülmesi nedeniyle alım güçlüğü yaşayan geniş toplum kesimlerinin borçlarını geriye ödeyememesi, bir anda kurulan tüm bu sistemin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Dolayısıyla, 2008 yılında açığa çıkan ve uzun vadeli ev kredilerinde yaşanan sorunların sistemin geneline yansımasıyla belirginleşen ve giderek bankaların ve sonunda da devletlerin iflaslarıyla sonuçlanan sürecin gerisinde, 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirilen sermaye stratejisinin, yani neoliberal yaklaşımın olduğunu belirtmek gerekiyor.

Kriz ve Avrupa’nın Neoliberal Dönüşümü
Özellikle 2011 yılından itibaren krizin yoğunlaştığı Avrupa coğrafyasına baktığımızda ise, buradaki sorunları daha iyi anlayabilmek için, krizin Avrupa’ya özgü açığa çıkış biçimlerine değinmek gerekiyor. Buna göre, Avrupa Birliği (AB) bir dizi yapısal eşitsizlik üzerine kurulmuştur. Genellikle şu anda krizde olan güney ülkeleri daha çok emek üretkenliklerinin görece düşük olması nedeniyle sistematik olarak dış ticaret açığı verir durumda. Bunun karşısında başta Almanya olmak üzere, bir dizi kuzey ülkesi ise yine sistematik olarak dış ticaret fazlası veriyor. Bu süreç sonucunda ise, güney ülkelerinin dış ticaret açıklarını başta kuzey ülkelerinden olmak üzere, uluslararası piyasalardan borçlanarak kapattıklarını görüyoruz. Dolayısıyla Avrupa krizinin gerisinde, öncelikle AB içi eşitsizliklerin yatmakta olduğu söylenebilir. 

Zaten sistematik olarak dış ticaret açığı veren ve bu açığını da piyasadan borçlanarak kapatan güney ülkeleri için, ABD’den ithal edilen krizin etkileri, batan bankaları devletleştirmekten doğan zararların da devletin borcuna dönüştürülmesiyle beraber giderek daha da yakıcı olarak hissedildi ve sonuçta bu ülkeler başta Yunanistan olmak üzere, borçlarını döndürememe sorunu ile yani iflasla karşı karşıya kaldılar.

Ancak özellikle AB çerçevesinde, krizden çıkış için önerilen kemer sıkma politikalarına bakıldığında ise, bu süreçte krizi, sermayenin AB genelinde daha da güçlenmesi ve neoliberalizmin derinleşmesi için bir fırsata çeviren Alman sermayesini görmekteyiz. Buna göre Alman sermayesi, krizle beraber özellikle 2000’li yıllarda yine Alman işçi sınıfını denetim altına alarak kurduğu yeni “Alman modeli” çerçevesinde tüm Avrupa’yı dönüştürme projesini devreye sokmuştur. Bu modelin temeli, işçi sınıfının gücünün geriletilmesine, reel ücretlerin baskılanmasına, çalışanların sosyal haklarının geriletilmesine, esnek çalışma uygulamalarının emek piyasasında ana norm haline getirilmesine ve bu yollarla uluslararası “rekabet gücünün” yeniden tesis edilmesine dayanmaktadır. 

Bu bağlamda, krizdeki ülkelere “Alman modeli” çerçevesinde önerilen, ülkelerindeki çalışma hayatını sermaye lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim, sağlık, emeklilik ve sosyal harcamalar gibi kalemlerden kısılarak kamu borcunun daraltılması ve bu yolla da, uluslararası alanda “rekabetçi” hale gelerek dış ticaret açıklarının kapatılmasıdır. Son olarak, krizdeki ülkeler, var olan dış ticaret açıklarını ve borçlarını azaltmak ve en azından bir süre kazanmak için devalüasyon yoluna, Avrupa parasal alanı içerisinde oldukları, yani kendi basmadıkları bir parayı ulusal para birimi haline getirdikleri için gidememektedir.

Krizin Geleceği
Yukarıda ana hatlarıyla ifade ettiğimiz gibi bugün krizden çıkış için önerilen politikalar, bizzat krizin nedeni. Dolayısıyla, kısa vadede krizden “çıkıştan” çok, ekonomik krizin daha da derinleşmesi ve zaten pek çok Avrupa ülkesinin çoktan girdiği resesyonun daha da genişlemesi gündemde. Ancak krizin bundan sonrasının nasıl şekilleneceği, genel olarak sınıf mücadelesinin alacağı biçimlere ve özel olarak da işçi sınıfının krizin faturasını kendisine ödetmeyi amaçlayan sermaye programlarına direnebilme kapasitesine bağlı. Her ne kadar şimdiye dek, herhangi bir ülkede net bir şekilde daraltıcı programın geriletilmesi sağlanamasa da, bu programlara karşı olan direnişin giderek daha da geniş kitleleri içerecek şekilde genişlemesi, krizin geleceğinin AB Merkez Bankası koridorları kadar, Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya meydanlarında belirleneceğine işaret ediyor. Bu anlamıyla denilebilir ki, tarih bir kez daha Avrupa sokaklarında yazılacak.
---------------------------------------------
Bu yazı daha önce SoL Gazetesi'nde, 20 Ekim 2012 tarihinde yayınlanmıştır.

14 Ekim 2012 Pazar

Orta Vadeli Program, Türkiye Ekonomisi ve Kriz

Geçtiğimiz hafta ard arda önce IMF Türkiye Raporu, DünyaRaporu ve Türkiye’de yeni Orta Vadeli Program (2013-2015) açıklandı. Tabii ki açıklanan tüm bu belgelerin ortak noktası, 2008 yılından itibaren bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik krizi konu almalarıydı (1). 

Açıklanan bu rapor ve programları özellikle Türkiye özelinde değerlendirdiğimizde, krizin etkilerinin 2012’nin son çeyreğinde ve özellikle de 2013 yılında daha net olarak gözleneceğini söyleyebiliriz. Ancak bu etkiler, tabii ki tüm taraflar için eşit bir şekilde dağılmıyor. Örneğin sanayi sektörüne bakıldığında, krizin en sert etkilerinin görüldüğü 2009 yılından itibaren ilk kez yüzde 1.2 oranında daralma yaşandığını, ancak buna karşın, yine Ağustos ayı için bankacılık sektörünün aylık net karının yüzde 19.2 artarak 15 milyar TL’yi bulduğunu görüyoruz. Ancak bu aylık değerlendirmelerin dışında, sürece genel olarak bakmak ve özellikle 2001 krizi sonrası izlenen ekonomi politikalarının temel yönelimlerini ve bunun çalışanlar açısından etkilerini ele almak gerekiyor.

2001 krizi sornası izlenen ekonomi politikası, enflasyon karşıtı bir programa dayanıyordu. Bunun için ise, iç talebin baskılanması ve büyümenin dış talep çekişli olarak gerçekleşmesinin öngörülmesi idi. Ancak iç talebin baskılanması, esas olarak geniş toplum kesimlerinin alım güçlerinin sınırlanması anlamına geliyor. Dolayısıyla, 2001 krizi sonrasında uygulanan enflasyon hedeflemesi sistemi, esasında düşük ücret hedeflemesinden başka bir anlam taşmıyor. Bu sürecin bir başka temel özelliği, Türkiye’de üretken sermaye kesimlerinin giderek daha fazla uluslararası sistemle entegre olması. Özellikle takip edilen para politikası ile de desteklenen bu eğilim, uluslararası rekabette kur avantajı yerine emek verimliliğini artırarak ayakta kalma stratejisine dayanıyor. Emekten tasarruf edilmesi ve daha çok teknoloji yoğun üretim yapısına geçilmesi hedefinin çalışanlar açısından anlamı ise, yüksek hızlı ekonomik büyümeye rağmen işsizlik oranının bir türlü düşürülememesi, işsizliğin halihazırda çalışanlar üzerinde bir şantaj olarak kullanılarak reel ücretlerin düşürülmesi ve giderek esnek çalışma biçimlerinin daha da yaygınlaştırılarak hayata geçirilmesidir.

Ancak izlenen bu ekonomi politikasının iki temel çelişkisine işaret etmek gerekiyor. Bunlardan ilki, yukarıda değindiğimiz yüksek oranlı ve devamlı işsizliğin bir türlü düşürülememesi iken, diğeri de Türkiye’de sermaye birikiminin temel özelliklerinden biri olan cari açık sorunu. En basit anlamıyla ifade edersek, cari açık, dış ticaretten kaynaklanan ve yurt dışına satılanların yurt dışından satın alınanları karşılayamadığı bir ödemeler dengesi problemini ifade ediyor. Bunun önemi ise, dış açığın özellikle kısa vadeli sermaye hareketleriyle ve de kaynağı hala tam olarak belli olmayan ve büyük ihtimalle izlenen ekonomi politikasına dış siyasi desteğe işaret eden “net hata ve noksan” kaleminden gelen sermaye girişleriyle karşılanıyor olmasıdır. Dolayısıyla bu iki alanda yaşanabilecek muhtemel değişiklikler (Suriye meselesi gibi), bir dizi önemli krizi anında tetikleyecek nitelikte.

Son olarak, açıklanan rapor ve programların, yukarıda ifade edilen temel problemlerle ilgili, öncekinden farklı bir öneri getirmediğini belirtmek gerekiyor. Orta Vadeli Program’a göre ekonomik büyüme bu yıl için yüzde 3.2, 2013 için yüzde 4, 2014-5 için yüzde 5 olarak öngörülmüş durumda. İşsizlik oranının ise 2015’te yüzde 8.7’ye gerilemesi bekleniyor. Ancak tüm bu iyimser beklentilerin kaderi, krizin Avrupa’daki seyrine bağlı. Bununla beraber, Program’da belirtilen hedefler ile bu hedeflere ulaşmak için izlenmesi öngörülen yollar arasında da çelişkiler var. Örneğin istihdamı artırma hedefi ile yüksek katma değerli ürünler üretme seviyesine geçiş ya da uluslararası rekabetçi politikalar içsel olarak birbiri ile çelişiyor. IMF’nin Türkiye Rapor’unda ise, özellikle bütçe açığının yaratacağı muhtemel sorunlara ve buna karşı önlem alınması gereğine işaret ediliyor ki, zaten hükümet artık IMF’nin uyarısına gerek kalmadan böylesi tedbirleri kendiliğinden alır durumda.

Toparlamak gerekirse, 2008 yılından itibaren hemen hemen tüm ülkelerde etkileri görülen ekonomik krizin ve etkilerinin süreceği kesin. Ancak ekonomik krizi, bir doğa olayı gibi, başımıza gelen bir felaket olarak algılamamak gerekiyor. K. Marks’ın da belirttiği gibi, kriz, kapitalist üretim yapısının ve daha genel olarak kapitalist toplumsal ilişki sisteminin ayrılmaz bir parçası. Bunu ortaya çıkaran, tetikleyen mekanizmalar tarihsel olarak farklılaşabilse de, krizlerin sürekliliği tartışmasız bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Belirtilmesi gereken bir başka nokta da, sermayenin istisnasız her krizi, işçi sınıfının ve tüm çalışanların haklarını geriletmek için “fırsata çevirme” yönündeki mahareti. Dolayısıyla, ekonomik krizi ve krizden çıkış için yapılan önerileri, toplumsal tarafları olan ve mücadele içinde şekillenen süreçler olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle en basitinden, sermayenin orta vadeli bir perspektifte yapacaklarına karşı çalışanların ve sendikaların da bu süreci nasıl karşılayacaklarını açıklamaları ya da en azından bu yönde bir hazırlık yapmaları gerekmekte. Aksi halde kriz bir defa daha sermaye için bulunmaz bir fırsat, geniş toplum kesimleri için ise yaşam düzeyinin gerilemesi ve yoksulluk anlamına gelecek.

(1)  Bu yazı daha önce, 12.10.2012 tarihinde Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır: http://www.evrensel.net/news.php?id=38016