22 Ekim 2013 Salı

5. Yılında 2008 Krizi: Bir Ara Değerlendirme


21. yüzyılın ilk büyük ekonomik krizi, geçtiğimiz Eylül ayında beşinci yılını doldurdu. 2008’de ABD’de patlak veren kriz, bugüne kadar farklı aşamalardan geçerek şu anda Avrupa’ya çöreklenmiş gibi görünüyor. Ancak 2008 krizinin nedenlerini açıklamak ve muhtemel sonuçlarını tahmin edebilmek için güncel krizin kapitalizmin yaşadığı diğer büyük krizlerle benzeşen ya da farklılaşan yönlerinin neler olduğu sorusuna cevap vermek gerekiyor.

Kapitalizmin Krizleri
Kapitalizmin krizlerinin benzeşen yönlerine vurgu yapmak, krizlerin somut düzeyde uygulanan yanlış ekonomi politikaları nedeniyle ya da düzenleme eksikliği sonucunda ortaya çıktığı gibi argümanların ötesine geçebilmek açısından önemli bir olanak sağlıyor. Bu açıklamaları bir kenara koyduğumuzda, krizin nedeninin bizzat üretim organizasyonunun kapitalist sermaye birikime dayanan örgütlenişinde olduğunu görebiliriz. Bir başka ifadeyle, K. Marks’ın ve ardıllarının ısrarla vurguladıkları gibi kriz, bizzat sermaye birikim sürecine içkindir. Bunun anlamı, sermaye döngüsünün her aşamasının risk taşıdığı ve bu aşamalardan herhangi birinde meydana genebilecek bir aksaklığın sistemik etkileri olabileceğidir.
 Bu aksaklıklar üretim araçlarının ya da üretimde kullanılan girdilerin temiminde meydana gelebilecek ve arz şokları olarak adlandırılan (örneğin petrol fiyatları gibi meta fiyatlarının yükselmesi) sorunlardan kaynaklanabileceği gibi, üretim aşamasındaki emek süreçlerinde çalışanlardan gelen direnç nedeniyle de yaşanabilir. Ya da kriz, eksik talep/arz fazlası nedeniyle üretilenlerin satılamaması sonucunda ortaya çıkabilir. Nihayetinde, hem üretim sürecinin başlangıcında, hem de üretilenlerin satılmasında kullanılan kredi sisteminde ortaya çıkabilecek iflas ya da borcun geri ödenememesi riskleri, sermaye döngüsünün genelini tehdit edebilir.

Meselenin paradoksal yanı, tüm bu aşamalarda işler yolunda gitse de kriz riski devam edeceğidir. Daha doğru bir ifadeyle kriz tam da birikimin sorunsuz bir şekilde devam etmesi nedenle ortaya çıkabilir. Kapitalizmde krizi içsel hale getiren bu son risk, kar oranlarının düşme eğilimidir. Kar oranlarının düşme eğişimi, toplumsal üretimin kapitalist örgütlenişinin bir paradoksudur. Paradoksu yaratan, bir yandan üretim sürecinde değeri (ve artı değeri) yaratan unsurun canlı emek olması, ancak diğer yandan kapitalistler arası rekabet nedeniyle var olan daha ucuza üretme baskısının sürekli olarak meta içerisinde canlı emeğin miktarını azaltmaya yönelik sistematik bir baskı yaratmasıdır. Yani emek verimliliğini artıracak teknoloji kullanımının artması, üretilen metalardaki canlı emek miktarının azalmasına neden olacağından kar oranlarının azalması riski ortaya çıkabilir.

2008 Krizi: Süreklilik İçinde Farklılaşan Yönler
Dolayısıyla kapitalizmin tarihindeki ekonomik krizlerin, buraya kadar aktardığımız risklerin herhangi birinin ya da herhangi bunların bir bileşiminin gerçekleşmesi sonucunda ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu çerçevede krizleri ortaya çıkaran yapısal mekanizmalara işaret etmek, yaşanan krizin kapitalizmin krizi olduğunu vurgulamak açısından önemli. Ancak analizimiz bu düzeyde kaldığı sürece, yani tüm krizler kapitalizmin krizidir demekle yetindiğimiz anda analizimiz yanlış olmaz ama eksik olur. Bu eksikliğin ise, günceli anlama, potansiyel gelişmeleri takip etme ve bunun muhtemel sonuçlarını öngörme alanlarında ciddi sorunlar doğuracağı açık. Dolayısıyla herhangi bir ciddi kriz analizinin, gerek krizin oluşumunda etkili olan kurumsal dinamikleri, gerekse krizin açığa çıkışındaki tetikleyici unsurları yapısal dinamiklerle bağlantılarını kurarak açıklaması gerekir. Bu nedenle bu kısa değerlendirmenin kalan kısmında 2008 krizinin kapitalizmin yaşadığı diğer krizlere benzeşen yanlarından çok son krize özgü olan yanlarına dikkat çekeceğim.

Yeni Finansal Mimari
Bu çerçevede ilk olarak 2000’li yıllarla beraber ABD’de yeni bir finansal yapının oluştuğunun altını çizmeliyiz. Bu yeni oluşan finansal mimarinin gerisinde iki temel dinamik vardı: kurumsal yeniden yapılanma ile borcun ve riskin metalaştırılmasını mümkün kılan finansal yenilikler. Bu iki temel üzerinden gelişen yeni finansal mimarinin en önemli başarısı, konut sahipliği rüyası ile işçi sınıfının en yoksul kesimlerini finansal sisteme dahil etmekti. Ancak bu başarı, kısa süre sonra derin bir ekonomik krizi tetikleyecekti.

Yeni finansal mimarinin oluşumundaki kurumsal yeniden yapılanma dinamiklerine baktığımızda, ABD’de 1999’da yapılan bir yasal değişiklik sonrasında gölge bankacılık sisteminin geleneksel bankacılık sistemi yanında geliştiğini söyleyebiliriz. Gölge bankacılık sisteminin özelliği, geleneksel bankacılık sisteminin yapabildiği işlemlerin tümünü yapabilmesine karşın, geleneksel bankacılığın tabi olduğu yasal yükümlülüklere ve denetimlere tabi olmaması idi. Hızla gelişen gölge finans alanı, finans alanında herhangi bir denetime tabii olmayan piyasaya ütopyasının gerçekleştirilmesi anlamına geliyordu. Gölge finansın gelişimi, “Etkin Piyasa Hipotezi” argümanıyla akademik olarak, “finansal deregülasyon” uygulamalarıyla da FED tarafından desteklendi.

Borcun ve Riskin Metalaşması
Yeni finansal mimarinin ikinci boyunu olan finansal inovasyon ise, finansal kurumların risk yönetiminde geliştirdikleri yeniliklere dayanıyordu. Bunlardan ilki olan menkul kıymetleştirme mekanizması, konut, araba ya da ihtiyaç kredi borcu gibi farklı türde ve farklı vadede olan, ayrıca farklı riskler taşıyan borçların bir araya getirilmesi, sonrasında da bunların parçalara bölünerek gelir vaadi olarak yatırımcılara satılmasına dayanıyordu. Dolayısıyla bu mekanizma orijinal borcun geri ödenmesine bağlı olan gelir akışının sürmesine dayanıyordu ve borcun metalaştırılmasını mümkün kıldı.

Finansal inovasyonun ikinci boyutu ise kredi türevine dayanan finansal ürünler ile riskin metalaştırılmasıydı. Kredi türevlerinin özelliği, diğer türev ürünler gibi yatırımcının gelecekteki gelir akışının kesilmesi durumunda, yani satın aldığı kağıdın batması durumunda kullanabileceği bir çeşit sigorta olarak kullanılabilmesiydi. Ancak kredi türevlerin bir diğer özelliği, bunların finansal kurumlar tarafından bizzat kendi borçlarına karşılık olarak da çıkarılabilmesiydi. Böylelikle türev ürünlerin gelişimi ile finansal kurum kendi taşımak zorunda olduğu kredi riskini, kredi türev kağıdı alan yatırımcıya aktarma olanağını bulmuş oldu. Dolayısıyla menkul kıymetleştirme ve kredi türevleri gibi mekanizmalar sayesinde finansal kurumlar, kredi riskini ortadan kaldırmamış olsalar bile fiilen başka aktörlere kaydırdıklarından; a) kaldıraç oranları arttığı için daha fazla kredi üretebilir hale geldiler, b) geri ödenmesi daha riskli olduğu bilinen alanlara daha kolay bir şekilde yönelebildiler. Bu alanların başında işçi sınıfının en yoksul kesimlerine pazarlanan konut kredileri geliyordu.
 İşçi Sınıfının İçerilmesi
ABD’de işçi sınıfının yoksul kesimleri 1990’lara kadar konut piyasasında dışlanmışlardı. Konut sahipliği oranı düşük olan siyahlar ve Latin Amerika kökenli göçmenler ile yoksulluk sınırının altında yaşayan geniş bir kesim, 2000’li yıllarda yeni gelişen finansal mimari sayesinde finansal sistem tarafından içerildi ve bu kesimlere geri ödeme riski olduğu bilinmesine rağmen konut kredileri açıldı. Finansal sistem açısından kredinin borcunun geri ödenememesi, konut fiyatlarının artmaya devam etmesi, menkul kıymetleştirme ve kredi türev araçlarının geliştirilmesi gibi faktörler nedeniyle bir sorun olarak görülmemeye başlandı, zira finansal kurumlar kendi üzerlerindeki riski aktarabildiklerini varsayıyorlardı. Sonuçta kriz, konut fiyatlarının düşmeye başlaması, faizlerin yükselmesi ve 2000’li yıllarda sisteme içerilen yoksulların borçlarını ödeyememeye başlamalarıyla tetiklenmiş oldu. Bu andan itibaren büyük finansal kurumların batması sonucunda ve yeni finansal sistemin entegre yapısı nedeniyle önce likiditenin, ardından da kredilerin donması krizi tüm ekonomiye ve küresel ölçeğe taşıdı.
Sonuç: Aynısının Fazlası
2008 krizinin sonuçlarını kısaca şöyle sıralayabiliriz. İlki devletin kapitalist sistem içindeki yeri ve işlevinin altı çizilmiş oldu. Asıl kurtarılmaya ihtiyacı olan yoksulların parasıyla finans sistemi kurtarıldı. İkincisi, ev sahibi olma hayali ile konut kredisine girenler, sadece evlerinden olmakla kalmadı, aynı zamanda işlerinden de oldular. İşsizlik yüzde 10’lar düzeyine çıktı. Üçüncüsü, krizden çıkış için yapılan harcamalar var olan eşitsizliği daha da derinleştirdi. Nüfusun en zengin kesimleri (hatta yüzde 1’i) krizle gelen zararları kapatıp gelir artışı yaşarken, geri kalan geniş toplum kesimlerinin yaşam standartları mutlak olarak olarak geriledi ve gerilemeye devam ediyor. Dördüncüsü, kriz öncesinde “batmak için çok büyük” olarak tanımlanan finansal kurumların hepsi, kriz öncesine göre daha da büyümüş durumda. Sonuçta krizin 5. yılını geride bırakırken görünen, bu krizin 1929 ya da 1970’li yıllardakiler gibi temel politika değişimini tetiklemekten çok neoliberalizmin daha da derinleşmesine neden olacağı.
-----------------------------------------------------------------
Bu yazı daha önce 21.10.2013 tarihindeki SoL Bakış'ın "Finansallaşma" dosyasında yer aldı: http://haber.sol.org.tr/ekonomi/5-yilinda-yeni-finansal-mimari-isci-sinifinin-icerilmesi-ve-2008-krizi-haberi-81322

23 Haziran 2013 Pazar

Hükümetin Yeni Stratejisi ve 5 Soruda Faiz Lobisi Tartışmaları

Geçtiğimiz hafta dolar tarihi bir rekor kırarak 1.95 TL seviyesinden döndü, borsada önemli kayıplar gerçekleşti, Merkez Bankası bir günde 350 milyon dolarlık müdahale yapmasına rağmen etkili olamadı ve faizler yükseldi. Peki bu yaşananların Gezi direnişi ile ilgisi var mı? Faiz lobisi ve uluslararası komplocular yeni bir hamleye mi girişti?


Faiz Lobisi Nedir ve Kimdir?
Uluslararası komplo argümanının daha demode hali olarak siyonizm, Gezi direnişinin hemen başında dile getirildi ancak pek tutmadı, artık moda olan faiz lobisi. Başbakan'a göre Türkiye bir uluslararası komplo ile karşı karşıya ve perde arkasındaki esas güç faiz lobisi. Tabii ki direnişçiler de "faiz lobisinin neferleri". Ancak Başbakan Yardımcısı A. Babacan'a "faiz lobisi kim? diye sorulduğunda, "faizlerin yüksek olmasından istifade edenler" gibi yanıt olmayan bir yanıt verdi. Peki gerçekten de kim bu gizli güçler ve hükümetten ne istiyorlar?

Geçtiğimiz hafta faiz lobisi argümanını, uluslararası komplo iddiası ile destekleyerek güçlendirmeye çalışan hükümet yanlısı yazarlar kurguyu daha da genişletti. Örneğin İ. Karagül yaşanan olayların ekonomik temelli olduğunu ileri sürdü. Ona göre mesele küresel ekonomik kriz nedeniyle gerileyen merkez ülkelerin, kriz sürecinde öne çıkan Brezilya ve Türkiye gibi ülkeleri cezalandırması: "Krizin bedeli bize ihraç ediliyor. Merkez, çevrenin büyük yürüyüşünü durdurmak istiyor". M.A. Yıldırımtürk benzer bir görüşü ileri sürdü: "uluslararası piyasa oyuncuları, bu kez de Taksim Gezi Parkı ağaçlarının kesilmesine karşı olan gençleri tetikleyerek, hazırladıkları planı gerçekleştirdiler". 

Nereden bakarsanız bakın, bu argümanların elle tutulur yanı yok. Kendimizi zorlayarak sosyal bilimler literatüründe bu argümanlara temel teşkil edebilecek herhangi bir kuram var mı diye düşündüğümüzde iki yaklaşım akla gelebilir. Bunlardan ilki, diğerine göre daha eklektik. Özellikle Karagül gibi yazarlar, Türkiye'de AKP'nin iktidara gelişini açıklarken kullandıkları "çevrenin merkeze yürüyüşü" metaforunu bir çeşit emperyalizm kuramıyla birleştirip, Türkiye gibi çevre ülkelerin gelişmiş merkez ülkelerin yerine geçmeye hazırlandığını ancak bunun karşısında önlerinin kesildiğini ileri sürüyorlar. Tabii ki böyle bir durumun gerçeklikle uzaktan yakından bir bağlantısı olmadığı açık. 

Yine bir an için, komplo tarafını bir kenara koyarak hükümet taraftarı yazarların savundukları bu görüşü ciddiye alacak olursak, ileri sürdükleri faiz lobisi argümanı, finansal sermayeye karşı üretken sermayenin çıkarlarını savunan ve bir diğer burjuva ideolojisi olan Keynesciliğe benzetebiliriz (Keynes'e haksızlık etmek pahasına da olsa). Ancak ne AKP hükümeti spesifik olarak böyle bir kesimi temsil ediyor, ne de Türkiye'deki sermaye kategorik olarak böyle bir ayrım yapılmasına müsait bir şekilde örgütlenmiş durumda. Dolayısıyla, hükümetin bu argümanı neden dilinden düşürmediğini anlamak için, gelecek yıl yapılacak olan seçimleri de gözeten bir çerçeveden hareket ederek aşağıdaki soruların cevapları üzerine düşünmemiz gerekiyor. 

AKP İktidarı Döneminde Faizler Düştü Mü?
Türkiye'deki faiz oranlarının geçtiğimiz on yıl boyunca, 1990'lı yıllarla karşılaştırırsak düştüğü doğrudur. Ancak gerek Hazine'nin borçlanma faizine, gerekse diğer faiz göstergelerine bakıldığında Türkiye'deki faizlerin gelişmiş ülkelere oranla hala daha yüksek olduğu rahatlıkla görülecektir. Dolayısıyla E. Özçelik 'in belirttiği gibi "ülke, AKP’den önce bir ‘faiz cenneti’ idi ise, AKP döneminde de bu niteliğini muhafaza ediyor".

Bir önceki on yıla (kabaca 1990'lar) göre geçtiğimiz on yılda (kabaca 2000'ler) faizlerin göreceli olarak düşmesinin iki temel nedeni var. Bunlardan ilki, 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş öncülüğünde uygulamaya koyulan ve daha sonra AKP hükümeti tarafından da milim şaşmadan uygulanmaya devam eden neoliberal yeniden yapılanma programıdır. Bu program dahilindeki enflasyon karşıtı politikadaki görece başarı sayesinde, ki bu reel ücretlerin baskılanması sayesinde gerçekleşti, faiz olanları düşebilmiştir.

Ancak birinciyi mümkün kılan diğer gelişme Amerikan merkez bankası FED'in 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ekonomik çöküntü yaşayan ABD ekonomisini yeniden canlandırmak için faiz oranlarını sistematik olarak düşürmesidir. FED'in faizleri düşürmesinin diğer ülke ekonomilerine iki temel etkisi olmuştur. Bunlardan ilki, dünya genelinde rezerv para olarak tanınan doların diğer paralar nezdinde ucuzlaması, yani daha kolay erişilebilir olması. Diğeri de ABD'deki faizlerin düşmesinin doğrudan sonucu olarak, diğer ülke ekonomilerinin de faiz oranlarını en az ABD'deki düşüş oranında düşürmek için bir fırsat yakalamalarıdır.

Hükümet Neden Faiz Oranları Konusunda Bu Kadar Hassas?
Paranın fiyatı olarak faiz her dönemde tüm hükümetlerin hassas oldukları bir gösterge olagelmiştir. Faiz oranı bir yandan döviz kuru ve enflasyon gibi değişkenlerle ilişkili iken diğer yandan da ücretler ve kar oranları ile doğrudan bağlantılı. Ayrıca faiz oranı, merkez bankalarının piyasalara müdahale ederken kullandıkları temel araçlardan biri. Ancak bu gibi temel özelliklerinin yanında faizlerin özellikle son dönemde hükümet için özel bir anlamı olduğu söylenebilir.

Buna göre 2000'li yıllarda iç talebin ve dolayısıyla ücretlerin baskılanmasına dayanan enflasyon karşıtı politika çerçevesinde ekonomik büyüme dış talebe dayanıyordu. Ancak 2008 krizinden sonra dış talepteki daralma, iç piyasanın yeniden canlandırılmasıyla karşılanmaya çalışıldı. Bu canlandırma bir yandan sermayeye dağıtılan yeni teşvik paketleri ve kurtarma operasyonları yoluyla gerçekleştirilirken, diğer yandan da tüketici kredilerinin faiz oranları düşürülerek hayata geçirilmeye çalışıldı. Dolayısıyla iç talep, reel olarak alım güçleri azalmış geniş toplum kesimlerinin borçlanarak eski tüketim seviyelerini korumaları yoluyla canlandırılmaya çalışıldı. 

Ancak Frogthregime Blog'da belirtildiği gibi "bireysel borçlanma aracılıyla yaratılan talep canlılığı sayesinde yakalanan yüksek büyüme oranları Türkiye’nin cari açık sorununu daha vahim hale getirirken, Türk Lirasının değerli tutulması çabası şirketlerin ve bankaların döviz cinsinden borçlanmasını teşvik ediyordu... Erdoğan ve çevresi, kredi genişlemesinin kontrol altına alınmasının mümkün olacağını ve “siyasi istikrar” sürdüğü müddetçe Türkiye’nin risk priminin daha da düşeceğini ve bunun üretken yatırımlara katkıda bulunacağını düşünüyor". 

Hükümetin planı 17 Mayıs tarihinde, yani Gezi Direnişi patlamadan kısa bir süre önce, uluslararası kredi değerlendirme kuruluşlarının Türkiye'nin kredi notunu artırmaları ile işlemeye devam ediyordu. Zira bu not artışı hükümet çevrelerince büyük bir sevinçle karşılanmış ve uluslararası alemin de hükümetin başarılarını takdir ettiği yolunda açıklamalar yapılmıştı. Dolayısıyla hükümet "her şey yolunda giderken nereden çıktı bu direniş" diye düşünüyor ve planlarının bozulma tehlikesinden çekindiği için sertleşiyor.

Hükümetin Esas Korkusu Ne?
Başbakan ve hükümetin bu kadar hırçın davranmasının esas nedeni sermayenin ürkmüş olması. Bu argümanı açmak için meseleye biraz daha geniş bir çerçeveden bakmak gerekiyor. Kapitalist toplumlarda hükümetlerin kaderi özel sektörün elindedir. Bunun nedeni ise sermayenin çok önemli bir yapısal güce, yani yatırım yapmama silahına sahip olmasıdır. Bu silah, ülkenin siyasi rejimine bakmaksızın, ekonomik sistem kapitalizme dayandığı sürece geçerlidir. Yani ister askeri diktatörlük olsun, isterse otoriter bir rejim ya da liberal demokratik sistem, fark etmez, siyasetçinin kaderi sermayedarın yatırım yapmasına, istihdam sağlamasına ve bunun sonucunda oluşacak ekonomik büyümeye bağlıdır.
 
Bunun sermaye hareketlerinin serbestleştiği ortamdaki bir diğer versiyonu da "sıcak paranın kaçışı"olarak ifade edilen süreçtir. Mantık benzer bir yerden işler: hükümetlerin kaderi sermayenin elindedir. Yurt dışından para girişi sürdükçe, yatırımlar, istihdam ve ekonomik büyüme gerçekleşir. Aksi bir durumda herhangi bir hükümetin ayakta kalması oldukça zorlaşır. Her iki durumu da kapsayan ortak kavram ise "yatırım iklimi"dir. Dolayısıyla, "yatırım iklimi" sermaye için iyi olduğu sürece, yani herhangi bir anti-kapitalist ya da gelirin daha adil bir şekilde bölüşülmesini savunan bir muhalif hareketin olmadığı, kentlerdeki kamusal alanlara sermaye tarafından el konulmasında sorunlarla karşılaşılmadığı, hükümetlerin bunları mümkün kılan (özel mülkiyeti güçlendirerek korumak gibi) hukuksal ve kurumsal düzenlemeleri hayata geçirdikleri sürece işler yolunda gidecektir.

AKP hükümeti 10 yılı aşan iktidar deneyimi sırasında bu temel kuralı çok iyi öğrendiğinden, sermayenin ürkmesinin, aslında kendi iktidarı için de bir tehdit oluşturduğunu çok iyi biliyor. Yani, hükümetin Gezi direnişine karşı bu denli sert reaksiyon göstermesinin en önemli nedeni siyasi "istikrarın" bozulma riskinin ortaya çıkmış olması. 

İ. Demir, Babacan'ın bankacılık sistemini "camdan bir kaleye" benzeterek yaptığı "camdan yapılmış bir kalede oturuyorsanız, kimseye taş atmayacaksınız, taş attığınızda karşılığı kötü olur" açıklamasının, Türkiye ekonomisi için de geçerli olduğunu belirtiyor. Demir'e göre, önümüzdeki 12 ayda ödenmesi gereken dış borç 223 milyar dolar (yani Türkiye'nin GSMH'sinin yaklaşık yüzde 28'i) Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla da "siyasi istikrarı" bir camdan kaleye dönüştürüyor. Dolayısıyla Babacan'ın benzetmesini kullanırsak, cama gelebilecek herhangi bir taş kalenin yıkılmasına neden olabilir.

Hükümetin Esas Stratejisi Ne?
Hükümetin stratejisinin özü şu: Hükümet mağdurluk ve mazlumluk kartını bir kez daha bir kazanma stratejisi olarak kullanmak için hazırlanıyor. K. Boratav hocanın belirttiği, hükümetin faiz lobisi argümanını ısrarla vurgulamasının gerisinde "halk kalkışmasını ekonomik bir bunalım izlerse, sorumluluğu 'karanlık dış güçlere' yıkmak işe yarayabilir"düşüncesi yatıyor. Dolayısıyla Gezi direnişi sürecinde hükümetin yaptığı en kritik hamlelerden birinin, Türkiye toplumunun genetik kodlarında bulunan komplocu algıyı mobilize ederek ve yaşanacak muhtemel ekonomik olumsuzlukları bu yeni yarattıkları dış düşmana tahvil etmeyi deneyerek, yani 10 yılı aşan bir iktidara rağmen Gezi sürecinde yine kendisinin mağdur edilmeye çalışıldığı algısını yayarak süreci kendi lehine çevirme girişimi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kritik hamlenin bir süredir konuşulan ancak zamanlama olarak tesadüfi bir şekilde geçtiğimiz hafta Amerikan merkez bankası FED'in parasal genişleme sürecine son verebileceklerini ilan ettikleri bir döneme denk gelmesi bir anlamda hükümetin elini daha da rahatlatmış oldu. Buna göre FED, ABD'deki işsizlik oranının yüzde 7'nin altına düşmesi durumunda parasal genişleme programını durduracağını ve faizlerin  yönünün bundan sonra artış olacağını ilan etti. Bu hemen yarın olacak bir gelişme değil, özellikle 2014'ten önce gerçekleşmesi beklenmiyor. Ancak FED açıklamasının bu kadar etki yapmasının nedeni, 2000'li yıllar boyunca süren ucuz döviz olanağının sonuna gelinmiş olmasının ilan edilmiş olması.   
Kaynak: A.İ. Gelberi - https://twitter.com/aliihsangelberi/status/347689511850999808
Dolayısıyla faiz lobisi hamlesiyle hükümet, borsa'da gerçekleşen kayıplar ve doların tarihin en yüksek seviyesine çıkması ya da ileride olabilecek daha ciddi ekonomik çalkantılarda karşısında kolaylıkla sorumluluğu dış düşmana aktarabilmenin hesabını yapıyor. Gerçekten de henüz Gezi direnişi patlak vermeden, büyük ölçüde FED kararı beklentisi nedeniyle Türkiye gibi ülkelere gelen fon akımları azalma trendine girmişti. Buradan başlayan etki, direniş nedeniyle sermayenin ürkmesiyle daha da keskinleşiyor.


Kaynak: A. Kibritçioğlu - https://twitter.com/akibritcioglu/status/348866980599697408/photo/1

Hala Anlamadın Mı? Seçim Kampanyası Çoktan Başladı!
Sonuç olarak herkesin anlamakta zorlandığı bir soruyu yeniden ortaya koymak gerekiyor: Gerçek olmadığı bu kadar açık olan direnişçilerin faiz lobisine çalıştıkları gibi absürt ve zorlama iddialar neden tekrar tekrar hem de ülkenin başbakanının ağzından yineleniyor? T.F. Oğuz'a göre hükümet yetkilileri gerçekten bunlara inanıyorlar, hatta başbakan "hiç bu kadar samimi olmamıştı". N. Mert ise bu sorunun cevabı için başbakanın psikolojisinden ziyade "iktidar zihniyetinin" sorgulanması gerektiğini öneriyor.

Ancak hükümetin bunlara inanıp inanmadığından bağımsız olarak ortaya çıkan duruma baktığımızda, başbakanın başta uluslararası komplo ve faiz lobisi olmak üzere bu gibi argümanları 2014 seçim kampanyasının bir parçası olarak kullanmaya başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle hükümet Gezi direnişinin ilk başlarında yaşadığı şaşkınlığı kısa bir süre içinde aşmış (başbakanın Afrika gezisi sonrası) ve bu süreci kendi lehine çevirmek için yeni bir stratejiyi uygulamaya koymuştur. Dolayısıyla Başbakan'ın gerçek olmadığı aşikar olan komplo teorilerini sürekli olarak tekrarlanması, hükümetin kendi cephesini konsolide etmek için bilinçli bir şekilde kurguladığı seçim stratejinin parçası olarak görülmeli.

11 Haziran 2013 Salı

Gezi Direnişinin Ekonomi Politiği

İki haftasını dolduran Gezi direnişi üzerine pek çok yorum ve analiz yapılacak. Nilüfer Göle'nin başını çektiği depolitizasyon harekatını bir kenara koyduğumuzda, başbakanın şahsi üslubu, iktidarın değişen yapısı ya da isyanın sınıfsal niteliği üzerine yapılan tartışmalar devam edecek. Ancak burada, hareketin bastırılması için aktive edilen "faiz lobisi" argümanı üzerinden, direnişin ekonomi-politiği ve hükümetin muhtemel adımları üzerine kısa bir değerlendirme yapacağız.
 
Uluslararası Yatırımcı ve "Ülke Riski": Faiz Lobisi Kimdir? Sermaye Ne İster?  
Başbakan'ın açıklamalarına göre iki haftadır Gezi parkı için pek çok ilde yapılan gösterilerdeki direnişçiler ile kim olduğunu bilmediğimiz ancak "dışarıda" olduğu Başbakan tarafından tespit edilen "güçler" arasında bir ittifak var ve direnişçiler (tabii ki "dışarısının" yönlendirmesiyle) bir anda sokaklara döküldüler. Başbakan'a göre bu lobi ve bunu oluşturan yerli ve yabancı sermaye çevreleri, hükümeti yıpratmak için bu harekete giriştiler ve ortaya çıkan istikrarsızlık durumundan da fayda sağlıyorlar. Dolayısıyla buradan devam edersek, insanlar günlerdir yüksek faiz için direniyor, gaz yiyorlar, yaralanıyorlar gibi bir yere varabiliriz. O yüzden buradan gitmemek gerek.

Başbakan'ın içi pek de dolu olmayan bu argümanını bir kenara koyarsak sermaye için önemli olanın, hükümetlerin siyasi istikrarı korumaları olduğunu belirterek tartışmayı sürdürebiliriz. Bu çerçevede istikar, muhtemel anti-kapitalist hareketlerin önlemek ya da çalışanların ekonomik ve sosyal hak kazanımlarının önüne geçmek ve sermaye için elverişli bir karlılık ortamı hazırlamak olarak görülebilir. Bu durumda hem sermaye için uygun "yatırım iklimi" gerçekleşmiş olur, hem de borç çevriminde bir sorunla karşılaşılmayacağı varsayılır. Bu çerçevede eğer siyasi istikrar bozulduysa, ülkenin borçlarını vaktinde ve tam olarak ödeyememesi ya da var olan yatırımların aksaması ihtimalleri ortaya çıkacağından, bu ülkeye verilen borçlarda, siyasi risk de eklenir ve faizler giderek yükselir. Örneğin ABD'deki FED'in sıfır faiz önerirken Türkiye'de Merkez Bankası'nın yüzde 5'ler düzeyinde önerdiği reel faiz getirisine karşı yatırımcının hala ABD'yi tercih etmesinin nedeni, ABD hükümetlerine ve devletine duyduğu sarsılmaz güvenden ileri gelmektedir. Dolayısıyla yerli ya da yabancı sermaye açısından önemli olan siyasi iktidarların istikrarı sağlayabilme kapasitesidir. Bir başka ifadeyle, mümkün olan en az itirazla bir "yatırım iklimini" hangi iktidar kurabiliyorsa sermaye onun tarafında saf tutar.

Hükümetin Muhtemel Seçenekleri

İki haftayı geçen Gezi direnişi nedeniyle yerli ve yabancı yatırımcılarda yani sermaye çevrelerinde hükümetin bu krizi iyi yönetemediği izlenimi giderek güçlenmiştir. İMKB'deki yüksek oranlı kayıplar, Merkez Bankası ve diğer kamu kuruluşlarının müdahalelerine rağmen doların ve avronun yükselişine devam etmesi ve yabancı sermaye çıkışları, direnişin yarattığı istikrarsızlığı ve hükümetin bununla başa çıkma biçiminin yarattığı belirsizliği ifade eder niteliktedir.
 
Bu durumun bir adım ötesinde gelişebilecek muhtemel bir kriz senaryosunda, Türkiye'deki yüksek faizden yararlanmak için gelen kısa vadeli yatırımlara dayanan sıcak paranın ani çıkışı ile beraber yaşanması muhtemel olan kur şoku ve ardından da başta bankacılık sistemi olmak üzere ekonominin geri kalanına etki etmesi beklenebilir. Kısa vadeli gelen sıcak paranın dışında, özel sektörün borçlarını çevirmesi için gerekli olan yabancı sermaye ihtiyacını karşılamak da zorlaşabilir. Örneğin bu yıl için özel sektör 221 milyar dolarlık borçlanmaya gitmesi gerekiyor, karşılaştırma için belirtelim, bu meblağ krizde boğuşan Yunan ekonomisinin büyüklüğüne eşit. Bu durumda hükümetin önünde piyasaları sakinleştirebilmek, yerli ve yabancı yatırımcıya güven verecek istikrar ortamını ve müesses nizamı yeniden tesis edebilmek için atacağı muhtemel adımlarla ilgili iki varsayımdan hareket edebiliriz.

Bunlardan ilki direnişi şiddet kullanarak ezmek. Bu seçeneğin, sonunda istikrarı sağladığı ölçüde, sermaye için daha az tercih edilebilir bir yol olduğunu varsaymamayı gerektirecek bir neden yok. Zira, yatırımcı, demokrasiden ziyade istikrara bakar. Dolayısıyla herhangi bir demokratikleşme sürecinin farklı sermaye kesimleri ile kurulacak ittifak ile geleceğini düşünmek en hafif ifadeyle naiflik olur. O nedenle, herhangi bir sermaye grubu ile hükümet arasındaki gerilimde, bu sermaye grubunun demokrasiden taraf olduğu, bunun karşısındaki hükümetin de otoriter olduğu gibi bir çıkarımında bulunmak kolaycılık olur. Ancak hükümet direnişi her ne pahasına olursa olsun bastırmayı seçerse bunun riski, kısa sürede bunu gerçekleştirememe ihtimalidir. Bu durumda sermaye çevreleri istikrarı sağlayacak başka siyasi aktörler aramaya başlayabilirler.

İkinci yol, direnişçilerin taleplerini kabul etmek ya da en azından gerilimi azaltarak ve tonu düşürerek var olan kriz ortamının çözülmesine çabalamak. Bu seçenek yerli ve yabancı yatırımcı açısından kısa vadede istikrarı sağladığı ölçüde olumlu karşılanacaktır. Ancak uzun vadede sermaye için bu seçenek çok da tercih edilen ve gerçekleşmesi için özel olarak çaba harcanacak olan bir yol değildir. Zira direniş sayesinde elde edilecek bir kazanım, benzeri direnişler için örnek olarak görüleceğinden, bu yolun açılmış olması, "yatırım iklimi" açısından parçalı bulutlu bir ortam yaratabilir. Fatih Özatay'ın belirttiği gibi "olayların yatışması, Türkiye ekonomisini izleyenlerce ne ölçüde sürdürülebilir bir sakinlik olarak yorumlanacaktır? Bu direniş başlamadan önce böyle bir direnişin olabileceğini düşünen var mıydı? Yoktu. Oysa şimdi ortada bir örnek var. Olabiliyor ve olmasına yol açan nedenler var demek ki. Nedenler ortadan kalkmadıkça her an yeni bir direniş olma olasılığının gündemde asılı kalması anlamına gelir bu durum". Dolayısıyla uluslararası ya da yerli yatırımcı, sokaktaki direnişçinin dostu değildir, zira sermaye açısından demokrasi talepleri kolayca istikrarsızlık yaratan hareketler olarak algılanabilir. 
Ayrıca bu seçeneğin hükümet açısından siyasi riskleri olacağı öngörülebilir. Zira siyasi tansiyon bizzat Başbakan tarafından bu denli yükseltilmişken buradan kendi kitlesini bir şekilde tatmin etmeyecek bir şekilde geri adım atmanın "evde zor tutulan yüzde elli" için bir hayal kırıklığı yaratacağı açık.

Adalet, Kalkınma, Demokrasi ve Kapitalizm
Yukarıda ortaya koyduğumuz hükümetin iki seçeneğini direnişçiler açısından değerlendirdiğimizde, ilk seçeneğin hayata geçmesinin çok zor olduğu söyleyebiliriz. Zira hükümet geçtiğimiz iki hafta boyunca uyguladığı şiddetin oranını artırarak direnişi bastırmaya çalışmış ancak her seferinde daha kitlesel bir tepki ile karşılaşmıştır. Dolayısıyla direnişin kitleselliğine bakıldığında hükümetin böyle bir hareketi kolayca bastırabilmesi pek mümkün görünmüyor. İkinci olarak direnişin süresi uzadıkça ekonomik maliyetleri artmakta, bu ise hükümetin bu maliyetleri azaltmak için direnişçilerin taleplerini bir ölçüde de olsa karşılaması için zorlayıcı bir unsuru oluşturmakta. Hükümetin ikinci yolu takip etmesi, yani direnişçilerin taleplerini kabul etmesi ise kuşkusuz Türkiye'deki demokrasi mücadelesi açısından ciddi bir kazanım olacak. 

Sonuç olarak bu Gezi direnişi, 11 yıldır süren AKP iktidarında gelen ekonomik büyümenin demokrasinin gelişimini beraberinde getireceğine dayanan liberal tezin iflas ettiğini gösterdi. Bu anlamıyla süreç nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın Gezi direnişi Türkiye bağlanında Neoliberal muhafazakarlığın sınırlarını işaretlemiş oldu.