28 Ocak 2014 Salı

Küresel Krizde Yeni Aşama, Merkez Bankası Kararları ve Yaklaşan Krizin Adını Koymak



Geçtiğimiz hafta TL, Dolar karşısından, Arjantin Peso’sundan sonra en hızlı değer kaybeden para birimi olunca 27 Ocak akşamı, merkez bankası para politikası kurulunu olağanüstü toplantıya çağırdı ve sonuçta sert faiz artırımı kararları aldı. Bankanın aldığı kararları ve bu kararların olası etkilerini anlayabilmek için, meseleyi dünya ve Türkiye ekonomisinin temel dinamiklerini hesaba katan bir konjonktür analizinin içine yerleştirmek isabetli olacaktır.


2008 Krizi Sürüyor!

İlk olarak belirtmemiz gereken unsur, 2008’de ABD’de patlak veren küresel krizin etkilerinin hala devam ettiği. Krizin gerisinde 1990’ların sonlarından itibaren ortaya çıkan yeni finansal mimarinin borcun ve riskin metalaştırılmasına olanak vermesi sayesine Amerikan toplumunun en yoksullarının borçlandırılması yatıyordu. Yoksulların borçlarını ödeyememeleri sonucunda önce konut sektörüne ardından da finansal alana ve nihayetinde ekonominin geneline yansıyan bir krizle karşılaşıldı. Amerikan ekonomisi küçüldü, işsizlik arttı ve devlet (merkez bakası ve hazine) devreye girerek, batan bankaları ve büyük şirketleri kurtardı.


Krizin ikinci aşaması 2011 yılında Avrupa’da derinden hissedildi. Bu aşamada artık bankaların batması aşamasından devletlerin batması aşamasına geçilmiş oldu. Krizin Avrupa serüveninde, Avrupa Birliği’nin kurumsal yapısından kaynaklanan faktörlerin yanında, Birlik üyesi ülkeler arasındaki rekabetçilik farkları ve bunun yansıması olan dış ticaret açıkları/fazlalıkları önem taşımıştır. Ancak bunlar kadar önem taşıyan bir başka konu, özel zararın sosyalleştirilmesinin devletleri iflasa sürüklediğidir. Yani, ABD’deki krizin etkisiyle batan bankaları kurtarma uğraşı, devletleri batmanın eşiğine getirmiş ve tüm Avrupa finansal mimarisinin çatırdamasına neden olmuştur. Krizin Avrupa ayağında, ABD'dekinen farklı olarak kemer sıkma tedbirleri çok daha sert uygulanmış ve Avrupa sermayesi, krizi emekçileri disipline etmek için fırsat bellemiştir.


Küresel Krizde 3. Aşama Olarak “Gelişen Piyasalar” Krizi

2014’e geldiğimizde küresel krizin yeni aşaması, bu sefer “gelişmekte olan piyasalar” olarak kodlanan ve krizin önceki iki aşaması sırasında dünya ekonomisinin lokomotifi olan geç kapitalistleşmiş ülkeleri etkisi altına alıyor. Bunun temel sebebi, dünya parası olan dolayısıyla tüm ülkelerin dış ticaretlerini sürdürürken kullandıkları doları basan FED’in, sıkça tartışıldığı gibi, Amerikan ekonomisinin gerekleri uyarınca para politikasını yeniden düzenlemesi.


FED’in kararlarını alırken geç kapitalistleşen ülkeleri düşünerek karar alacak durumu yok, zira ABD’de şu an için esas olan bir yandan krizden çıkmak, krizin etkilerini azaltmak ve istikrarlı bir ekonomik büyüme temposuna ulaşmak. Diğer yandan da oluşması muhtemel varlık fiyatları balonlarının ve enflasyonun önüne geçmek. Dolayısıyla bugün yaşadığımız süreç, Mayıs 2013’te ilan edilen miktarsal genişlemenin aşamalı olarak daraltılması stratejisinin sonuçlarının başlangıcı olarak görülebilir. Sonuç olarak vurgulanması gereken, bundan sonra küresel piyasalardaki fonların yönü “gelişmekte olanlar” değil, ABD ve AB olacaktır. İçinde bulunduğumuz evreyi küresel krizin üçüncü aşaması olarak adlandırmayı önerdikten sonra Türkiye'deki son gelişmeleri değerlendirmeye geçebiliriz.

Merkez Bankası “Bağımsızlığının” İşlevi
Dün merkez bankası toplantısı sırasında “dik dur artırma” nidalarını işittik. Aynı anda başbakan da “faiz artırımına karşı olduğunu” açıkladı. Dolayısıyla merkez bankasının aldığı kararları yorumlamadan önce merkez bankası “bağımsızlığı” konusunu kısaca açmak gerekiyor. Para politikası uygulanmasını siyasetin etki alanından çıkarmayı amaçlayan bir kurumsal düzenleme olarak merkez bankası bağımsızlığı, Post-Washington uzlaşısı olarak bilinin politika paketinin en önemli parçalarından biriydi ve Türkiye’de 2001 krizi sonrası uygulamaya kondu.


Ancak 2001 yılından beri uygulanan merkez bankası bağımsızlığı hiç bugünkü kadar işlevli olmamıştı diyebiliriz. Zira eğer faiz artırımı tutarsa "bağımsız" banka "gereğini" yapmış olacak ve bankanın bağımsızlığına saygı gösteren hükümet bundan dolayı artı puan kazanmış olacak. Ancak faiz artırımı kararı beklendiği gibi etki yapmazsa, hükümet biz dedik ama banka "bağımsız", bizi dinlemedi ve faizi artırdı diyebilecek ve hükümet için her iki durumda da meselenin siyasi mesuliyetinden sıyrılmak için bir alan oluşacaktır. Dolayısıyla her durumda hükümetin siyasi sorumluluğunu alabilmek için tasarlanmış bir kurumsal mekanizma olarak merkez bankası bağımsızlığının en çok işe yaradığı zamanlardayız.

Kararlarının Anlamı ve Türkiye İçin Krizin Adını Koymak: Stagflasyon Mu?

Bankanın aldığı kararları tek tek sıralamak yerine bunların topluca ne anlam ifade ettiği üzerinde durmak daha toparlayıcı olacaktır. Dünkü kararlarla banka ilk olarak faiz oranlarını sert bir şekilde yükseltmiş oldu, ikincisi de politika faizi olarak haftalık repo faizini işaret ederek faiz araçlarını sadeleştirdi. Peki bu kararlar ne anlama geliyor? 


Öncelikle içinden geçtiğimiz dönem ve kısa vadeli konjonktür için krizin adını koymaya çalışmanın sadece teknik bir mesele olmadığının altı çizmek gerekir. Zira bu tespit üzerinden hem hükümetin hamleleri, hem sermayenin hareketi, hem de emek cephesinin krizin faturasının kendisine yıkılmasını önlemesi için yapabilecekleri hakkında öngörülerde bulunabiliriz. Üzerine uzun uzun tartışılabilir ancak bir yerden başlamak için krizin stagflasyon biçiminde ortaya çıkabileceğini ileri sürüyorum. Stagflasyonu en basit haliyle hem fiyatlar genel düzeyinin arttığı yani enflasyonun yükseldiği, hem de durgunluğun olduğu yani ekonomik büyümenin tempolu bir şekilde artmadığı bir ortam olarak tanımlayabiliriz. Bunun için gerekçeleriz şunlar olabilir:

-Dünya ekonomisinde ekonomik büyüme temposu hızlanmıyor hatta başta Çin olmak üzere “gelişmekte olan” olarak kodlanan geç kapitalistleşmiş ülkelerin büyüme hızı yavaşlıyor. Her ne kadar Avrupa için büyüme beklentisi olsa da, toplamda dünya ekonomisinde ihracatın artması için canlı bir dış pazar atmosferi mevcut değil.

-ABD ekonomisi için olan “iyimser” senaryo, “yükselen piyasalar” için krizi tetikleyen en önemli unsur olacaktır. Faiz artırımında gördüğümüz gibi borçlanmanın maliyeti artacak. Bu özellikle Türkiye gibi cari açığı yüksek olan ülkeleri daha fazla etkileyecek. Dolayısıyla dünya ekonomisi içindeki en önemli ağırlık merkezlerinden olan ABD ve Avro Bölgesi’nde ekonomik büyümenin yaşanması durumunda dahi, bu durum Türkiye gibi ülkeler için küçülme anlamına gelecektir. 

-Bu iki noktanın anlamı, merkez bankasının yaptığı faiz artırımının, orta vadede kuru düşürmeye yetmeyebileceğidir. TL geçtiğimiz yıl zaten çoktan devalüe oldu ve bu sefer yeniden değer kazanması, 2011’deki gibi kolay olmayabilir. Zira o zaman FED faizleri sıfıra yakınken, şimdi faiz artırmaya hazırlanıyor. 

Bu üç koşul ışığında merkez bankası kararlarının olası sonuçların ana hatlarıyla aşağıdaki gibi özetleyebiliriz. 

Yaklaşan Durgunluk ve İnşaat Odaklı Birikimin Sonu

Faiz artışı kararının en dolaysız sonucu, zaten 2012'den itibaren iyice azalan ekonomik büyüme temposunun daha da azalması yönünde olacaktır. Ekonomik büyümenin daralmasının cari açığı kısmen azaltması beklenebilir. Ancak esas etkisi işsizlik üzerinde olacaktır. Dolayısıyla faiz artışı kararının ikinci etkisinin, işsizlik oranının yüzde 10'ların üzerine çıkması beklenebilir. Üçüncü olarak, özellikle kredi faizlerinin de artacağı düşünüldüğünde, kararlardan en çok konut sektörünün etkileneceğini tahmin etmek zor değil. Dolayısıyla bu kararlarla, 2008 krizinden sonra hükümetin iç talebi canlandırmada kullandığı en önemli araç olan "inşaat odaklı birikim" stratejisinin önemli yaralar alacağını söyleyebiliriz. Son olarak faizlerin artışı, özellikle küçük işletmeler için kredi borcunu ödeyememe anlamına gelebilir. Bu bağlamda, 2008 krizi sonrası iç talebin canlandırılmasıyla desteklenen büyüme, talebin daraltılması sonucunda büyük ölçüde ihracat artışına bağlı kalacaktır.

 

Enflasyonun Yükselişi

Merkez bankası kararlarından sonra kısa vadede doların ve avronun gerileyeceğini söyleyebiliriz. Ancak bu gerilemenin sürekli olacağını varsaymamız için elimizde herhangi bir kanıt yok. Zira 2002-2013 arasındaki dönemde FED trend olarak genişleyici para politikaları uyguladı, ancak bu sürecin sonuna gelindi. Eğer ABD'de toparlanma devam ederse, önümüzdeki dönemde faiz artışı bile gündeme gelebilir. Dolayısıyla konjonktür Türkiye gibi ülkelerin aleyhine işliyor.

İkinci olarak, ihracat ithalata bağlu olduğu sürece döviz açığı sorunu öyle ya da böyle önümüze gelecektir. Faiz kararları sonucu ülkeye gelen döviz sayesinde bastırılan döviz, Türkiye ekonomisinin bu bağımlı yapısıyla ilgili herhangi bir iyileştirme getirmeyecektir. Aksine var olan sanayi yapısı için olumsuz etkilerde bulunma ihtimali daha yüksektir.

Son olarak Gezi Direnişi ile birlikte iktidar bloğu içinde var olan çatlakların belirginleştiği, 17 Aralık'ta başlayan operasyonlarla da daha da derinleştiği ve bir devlet krizi halini aldığını söyleyebiliriz. Bunun anlamı AKP'nin en önemli siyasi sermayesi olan "istikrar" kozunun elinden kaymaya başlamasıdır. 

Dolayısıyla, faiz artırımı ilk anda etkili olsa bile, faizin kendisi orta vadede siyasi riski yüksek bir ülke için TL'nin yeniden değer kaybetmesine engel olabilecek bir araç olarak görülmemelidir. Dövizin TL karşısında yeniden değerlenmesi ise, başta yakıt ve enerjii fiyatları olmak üzere ithalat kanalıyla iç piyasayı etkileyecek ve enflasyon artışını körükleyebilecektir.

Toparlamak gerekirse, faiz artış kararının etkileri çok yönlü olacak ve bunlar tartışılmaya devam edilecek. Şu aşamada söylenebilecek olan önümüzdeki dönemde, büyümenin yavaşlaması ve işsizliğin artmasının yanında dövizin yeniden değerlenmesiyle beraber enflasyonun yükselmeye devam etmesi gibi, seçime giden bir hükümetin hiç de hoşlanmayacağı gelişmelerin yaşanabileceğidir. Tüm bu sürecin olası siyasi sonuçlarını tartışmak da bir başka yazıya kalsın.

25 Ocak 2014 Cumartesi

Dünya Krizi Derinleşirken Türkiye Ekonomisi


21. yüzyılın ilk büyük ekonomik krizi, 2008 yılında kapitalist sistemin merkezinde, ABD’de patlak verdi. Ekonomik büyüme oranlarındaki gelişime bakıldığında günümüzde dünya ekonomisinin krizin etkilerini atlatmaktan uzak olduğu, hatta 2013’teki gibi 2014’te de ekonomik büyüme temposunun azalmaya devam edebileceği görülüyor. Böyle bir konjonktürden Türkiye’nin etkilenmemesi olanaksızdır. Ancak bu etkinin boyutunu, Türkiye ekonomisinin yapısal dinamikleri ve mevcut devlet krizinin ne yönde gelişeceği belirleyecektir. Bu yazıda meselenin ekonomik yönün odaklanacağız.

Dünya Ekonomisinde Yaklaşan Ekonomik Durgunluk
Krizin patlak verdiği ABD ekonomisi, 2008 ve 2009 yıllarında sert bir daralma yaşadıktan sonra 2010’dan itibaren yeniden büyüme trendine girmişti. Ancak 2013’e geldiğimizde ekonomik büyüme temposu yavaşladı ve 2013 büyümesinin 2010’un da gerisine düşeceği tahmin ediliyor. Euro Bölgesi 2010 ve 2011’de yüzde 2’nin altında büyüse de, ABD’den farklı olarak 2012’den itibaren ekonomik daralma yaşıyor. Japon ekonomisi, diğerlerinin aksine 2011’de yeniden ekonomik daralma yaşadı ve 2013 için beklenen büyümesi yüzde 2’ler düzeyinde. İlgilenen okuyucu, ekonomik büyüme temposunun yavaşlaması dahil olmak üzere küresel krizin özellikle ABD ve AB bağlamında yaratması muhtemel sonuçları etraflıca değerlendirdiğimiz, Ali Rıza Güngen ile birlikte hazırladığımız ve yakında Notabene Yayınları’ndan “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” başlığıyla çıkacak olan kitabımıza bakabilir.

Erken kapitalistleşmiş ülkeler 2008 krizinden önemli ölçüde etkilenirken, bu dönemde dünya büyüme ortalamasını krize rağmen yüzde 8’in üzerinde büyüyen Çin ve Hindistan gibi geç kapitalistleşen ülkeler yükseltiyordu. Ancak özellikle 2011’den itibaren “yükselen piyasalar” olarak kodlanan ülkelerin de ekonomik büyüme tempolarında yavaşlama söz konusu. Kısacası, her iki gruptaki ülkeyi birlikte değerlendirdiğimizde, son iki yıldır ekonomik büyüme temposunun dünya genelinde yavaşladığını ve bu eğilimin önümüzdeki yılda da devam etme ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye Ekonomisinde Yavaşlama
Ucuz döviz, 2002-2008 arasındaki “Türkiye mucizesinin” alamet-i farikası idi. Bu yolla ithalat artsa bile enflasyonu artırmıyor, ihracatın üretkenlik artışıyla sağlanacağı bir yapı teşvik ediliyor ve bu yollarla da enflasyonsuz büyüme ortamının sağlanması mümkün oluyordu. Bu dönemdeki IMF programı ve AB’ye üyelik süreci, “mucizenin” dış garantörü olarak görülüyordu. 2008 krizine kadar, dövizin ucuzlamasını mümkün kılan, ABD’deki gevşek para politikasının yanında, Türkiye’deki faiz oranlarının yüksek tutulmasıydı. Bu dönemde ekonomik büyüme ortalama yüzde 6 düzeyinde gerçekleşti. Yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı ise “mucizenin” defoları idi.

2008 krizinin Türkiye’ye iki temel yansıması oldu. İlki başta FED’in, ardından da G-7 ülkeleri merkez bankalarının krizden çıkış için eşzamanlı olarak parasal genişlemeye gitmeleriydi. Bunun sonucunda, önemli merkez bankalarının faizleri neredeyse sıfırlanmış oldu ve Türkiye gibi ülkeler için borçlanma maliyetleri azaldı. Dolayısıyla, küresel kriz, ironik olarak, Türkiye gibi ülkelere belki de 2002-2008 dönemindekinden daha ucuza ve daha düşük faizle borçlanma imkânı yaratmış oldu.

İkincisi de, erken kapitalistleşmiş ülkelerdeki şok ekonomik daralma, takip eden yıllar için de ekonomik büyümenin toparlanamaması ve potansiyelin altında kalmasıydı. Bunun sonucu ise, Türkiye’nin ihracat pazarlarının daralmasıydı. Hükümet ve sermaye çevreleri, bu etkilere iç pazara ağırlık vererek ve ihracat pazarlarını çeşitlendirmeye çalışarak cevap verdi.

İç pazara dönmenin önemli bir aracı inşaat sektörünün teşvik edilmesiydi. Bu ise, faizlerin düşük tutulabilmesini mümkün kılan uluslararası ortam sayesinde hayata geçti. İhraç pazarlarını çeşitlendirme politikası, hükümetin uyguladığı bölgesel dış politika hamleleriyle desteklendi. Ancak bu gelişmelere rağmen 2008-2013 arasındaki dönemde ekonomik büyüme temposu azaldı ve ortalama yüzde 4’ün altına geriledi. Kriz sonrasında ortada “mucize”lik bir durum kalmamasına rağmen yüksek cari açık düzeyi ve yüksek işsizlik oranı “defolar” olarak mevcudiyetini sürdürdü.


Hükümetin İkilemi: Kur Mu Faiz Mi?
Önümüzdeki dönem için hükümetin en önemli hedefi, seçim sathı mahallîni bir krizle karşılaşmadan geçebilmek ve büyümenin ılımlı da olsa sürmesini sağlamak. Ancak bu iki hedef, uluslararası ekonomik konjonktürün Türkiye gibi ülkeler lehine olmadığı bir ortamda gerçekleştirilmeye çalışılacak. Daha açık bir ifadeyle hükümet, 2008 küresel krizinden sonra ekonomik daralma yönlü etkilere rağmen hem faizlerin düşürülebildiği hem de dövizin ucuz olduğu bir konjonktür sayesinde, temposu düşse de ekonomik büyümeyi sürdürebildi. Ancak 2014 ile birlikte bu dönemin sonuna gelinmiş oldu. Hükümetin bugünkü ikilemi, muhtemel sermaye çıkışlarının olumsuz etkilerini faizleri artırarak mı yoksa döviz satarak mı karşılayacağıdır. Her iki yol da çelişkilerle doludur ve bunların belirlenmesi teknik değil siyasi kararlara dayanacaktır.

2013 uygulamasında hükümetin bu ikilemde faizleri mümkün olduğu kadar düşük tutmaya çabaladığını ve kur artışlarına genellikle faiz dışı araçlarla müdahale ettiğini gözlemledik. Ancak Mayıs 2013’ten bugüne merkez bankası, oynaklıkların aşırı olmamasında kısmi bir şekilde etkili olabildiyse de, genel trend üzerinde etkili olamadı ve TL 2013 içinde aşamalı olarak devalüe oldu.

Hükümetin faizlerin düşük tutmaya çabalamasının temel nedeni, dünyada ve Türkiye’de ekonomik büyüme temposunun azaldığı bir ortamda iç talebi canlı tutmak istemesidir. Ancak bunun yan etkisi, yabancı yatırımcı gözünde Türkiye’nin yeteri kadar çekici olmaması ihtimalidir. Buna ek olarak sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, yeterli sermaye girişi yoksa döviz satarak kuru belli bir düzeyde tutmak mümkün değildir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde uluslararası sermayeyi cezbetmek için faizlerin yükseltilmesi yönünde baskı artarak devam edecektir.

2013’ten 2014’e Türkiye: Kırılganlaşan “İstikrar”
Bu çerçevede 2013 başında Türkiye, cari açığı yüksek olan, dolayısıyla olası FED kararlarından olumsuz etkilenmesi muhtemel ülkelerden biri olarak görülüyordu. Haziran 2013’de patlak veren Gezi Direnişi, bir yandan hükümetin toplumu yönlendirebilme kapasitesinin, diğer yandan da neoliberal muhafazakâr modelin sınırlarını gösterdi ve iktidar bloğu içerisinde var olan çatlakları belirginleştirdi. 17 Aralık ile başlayan süreç ise, hükümetin farklı kesimler arasında koalisyon kurma kapasitesinin iyice daraldığını ortaya koydu ve 25 Aralık’tan sonra süreç bir devlet krizi halini aldı. Dolayısıyla 2013 başında, zaten yüksek cari açığı nedeniyle FED kararlarından olumsuz etkilenebilecek olan ülkeler arasında gösterilen Türkiye, 2014 başında yatırım için “riskli ülkeler” arasında gösterilmeye başlandı.

Bu çerçevede 2014’ün çalışanlara iyi bir gelecek vaat etmediği açık. Hükümetin devlet krizi koşullarında seçimlere giderken muhtemel sermaye çıkışlarına karşı faizleri ya da döviz satışını kullanarak yapacağı müdahaleler, günü kurtarma çabasının ötesine geçemeyecek. Her iki durumda da, eğer emekçiler yaşanan tüm bu kargaşaya karşı kendi cephelerinden bütünlüklü bir cevap üretemezlerse, krizin de ekonomik daralmanın da faturası yine onlara kesilmeye çalışılacak.
 -----------------------------------------------------------
Bu yazı, 24 Ocak 2014 tarihinde Birgün gazetesinin Kitap ekinde yayınlanmıştır.