19 Aralık 2015 Cumartesi

FED Sahne Aldı, Sıra TCMB'de!

Uzun süredir beklenen FED faiz artışı gerçekleşti. FED’in sözlü yönlendirme mekanizmasını etkin kullanması sonucunda 0.25 oranında yapılan faiz artışı esasında etkisi olmayan bir olay  (non-event) haline geldi. FED başkanı Yellen’in yaptığı basın açıklamasında 2016 için ılımlı bir faiz artışı sürecinin öngörüldüğünü ancak bunun verilerdeki gelişmelere bağlı olduğunu açıkladı. Faiz artışı sonrası aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeleri zor bir 2016 bekliyor.

2016 ABD Ekonomisi İçin Kritik Yıl
Piyasalar FED kararına kilitlendiği için geri planda kalan üç önemli gelişme, 2016 içinde ABD ekonomisinin doğrultusunu belirleyecek nitelikte. Bunlardan ilki ABD sanayi üretimdeki toparlanma emarelerinin zayıflaması idi. 16 Aralık’ta açıklanan ABD Kasım ayı sanayi üretimi verisinin beklentilerin altında kalması, hatta sanayi üretiminde Mart 2012’den beri en hızlı aylık düşüşün gerçekleşmesi, faiz artırımı kararının gölgesinde kaldığı için dikkat çekmedi. Kasım verisi tek seferlik bir düşüş değil, yaz aylarından itibaren süren düşüş trendinin devamı niteliğinde.


İkincisi ve daha önemlisi geçtiğimiz hafta ABD’deki gölge bankacılık alanında faaliyet gösteren üç önemli finansal kurum batmasıydı. Çöp kağıtlar (junk bonds) olarak adlandırılan bu yüksek riskli ancak yüksek getirili yatırım araçlarını pazarlayan finansal kurumların ardı ardına batması, en son 2007’de görülmüştü.

Üçüncüsü, Yellen’i şaşırtacak derecede düşen petrol fiyatları düşmeye devam ettiği ve Çin’deki devalüasyon politikası sürdüğü sürece, 2016 yılında gerçekleşmesi beklenen faiz artışının garanti olmadığının altını çizmeliyiz. ABD ekonomisi için her ne kadar 2016 büyüme beklentileri yüzde 2’nin üzerinde olsa da, enflasyonun yüzde 2 seviyesine gelmesi oldukça kuşkulu.

Dolayısıyla 2016 için dört defa yapılması öngörülen faiz artışının sürüp sürmeyeceği ya da bu dört taneden kaçının yapılabilceği, ABD ekonomisindeki gelişmelere bağlı. Yani 0.25 düzeyindeki faiz artışı yapılması, ABD ekonomisi açısından 2008 krizinin etkilerinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor.

22 Aralık’ta TCMB Sahne Alacak
FED’in faiz kararının Türkiye’ye etkilerini görmek için kritik tarih 22 Aralık’taki TCMB toplantısı. Bu aşamada TCMB’nin oldukça zor bir durumda olduğunu belirtmek gerek. Zira (i) FED’i takip ederek faiz artışına gitmesi, (ii) faizleri sabit tutması durumlarında ekonomik büyümedeki tempo kaybı sürebilir. İlk durumda TCMB faiz artışına giderse, bu başta faiz artışına duyarlılığı yüksek olan konut sektörü gibi alanları etkileyerek, ekonomik büyümenin tempo kaybetmesine neden olabilir.


İkinci yol takip edilerek faiz artışına gidilmezse, bu sefer dövizin artışı yönündeki baskılar artacak ve bu durum özel sektör üzerindeki döviz borcunun çevrilememesi ve enflasyon ile cari açığın artışı gibi kanallarla yine ekonomik büyümenin tempo kaybetmesine neden olacak. Dolayısıyla her iki seçenek de benzer bir sonuca yol açabilir.


Sorumluluk FED’de Değil Hükümette!
Ancak bu merkez bankasının ve hükümetin bir kusurunun olmadığı, maruz kaldıkları bir süreç yaşadığımız anlamına gelmesin. 2000’ler boyunca hayata geçirilen neoliberal popülizmin gerisindeki temel faktörlerden biri olan uluslararası konjonktür şimdi tersine dönmeye başlıyor. Ve bu değişimin geleceği çok iyi biliniyordu. Dolayısıyla ekonomi yönetimindeki bu sıkışma hükümetin ve merkez bankasının bilinçli olarak tercih ettiği bir modelin sonucunda gerçekleşti. 

Hükümet geçen hafta açıkladığı eylem planı ile bu sıkışmayı iç talebi destekleyerek aşmaya çalışacağının sinyallerini verdi. Buna ek olarak geçtiğimiz yıl merkez bankasının ve hükümetin elini kolaylaştıran en önemli unsurlardan biri olan petrol fiyatındaki düşüş halen sürmeye devam ediyor. Bu önümüzdeki yıl için de bir kolaylık olmaya devam edecek. Ancak elimizdeki verilere dayanarak 2016’nın 2015’ten daha iyi bir yıl olacağını söyleyebilmek mümkün değil.

Şimdilik, 22 Aralık'ta TCMB'nin sahne almasını izleyeceğiz.

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazının bir benzeri, 18.12.2015 tarihinde Başlangıç Dergi'nin web sitesinde yer aldı.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Fed Faiz Kararı ve Etkileri

ABD merkez bankası FED’in faiz kararını açıkladığı 16 Aralık 2015 Çarşamba günü, RIT Youtube kanalından canlı yayında 2008 küresel ekonomik krizin evveliyatını, son dönemdeki gelişmeleri ve faiz kararının olası sonuçlarını tartıştığımız programı aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz:




Gelişmeleri takip etmeye devam edeceğiz.

29 Kasım 2015 Pazar

Küresel Kriz, 64. Hükümet Programı ve Yeni Ekonomi Kabinesi: “Utangaç” Kalkınmacılık!

Geçen Nisan ayında yazdığım bir yazının başlığı “AKP, TÜSİAD ve Küresel Kriz: Yeni Bir Kalkınmacı İttifaka Doğru (mu?)” idi. Yazının yazıldığı sırada küresel krizin yeni aşamasına geçildiğini biliyor, fakat henüz 7 Haziran ve 1 Kasım’ın sonuçlarını bilmiyorduk. Yazı, küresel ekonomideki yapısal dinamiklerin aktörlerin seçimleri üzerinde etkili olabileceği, en azından seçenek alanını yeniden tanımladığı düşüncesinden hareket ediyordu. Bu yazıda Nisan’da kaldığımız yerden devam ederek 64. Hükümet’in bileşimini ve programını ana hatlarıyla değerlendireceğim.

Ekonomi Yönetiminde Koalisyon Kuruldu!

Yeni kabine ile ekonomide 13 yıllık Ali Babacan dönemi kapandı ama Mehmet Şimşek bu çizgiyi temsilen ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak göreve getirildi. Ne var ki ekonomiyle ilgili diğer kilit bakanlıklarda değişim var. Genel olarak baktığımızda yeni ekonomi yönetiminin farklı sermaye kesimleri arasında bir koalisyon olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu koalisyondaki hakim unsurun büyük sermaye olduğuna şüphe yok



Özellikle uluslararası yatırımcılar ekonomi yönetiminde 2002’den itibaren uygulanan “yatırımcı dostu” politikaların devamını bekliyordu ve kabinede bunu garantileyecek bakanları görmek istiyordu. Mehmet Şimşek ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı koltuğu ile Hazine’den sorumlu olacak ve diğer ekonomi bakanlıklarının koordinasyonu sağlayacak. Şimşek’in en önemli özelliği, Maliye Bakanlığı görevi sırasında hem TCMB bağımsızlığına hem de mali istikrara önem vermesi. Şimşek’in yeni görevi, uluslarararası entegrasyon seviyesi yüksek, büyük sermaye kesimlerinin çıkarlarının yeni kabinede korunacağını gösteriyor. Şimşek’in işlevinin bu olacağı, hükümet programında merkez bankası bağımsızlığına yer verilip verilmediği tartışmasına hızlıca yaptığı müdahaleden şimdiden anlaşılıyor.



Ekonomi Bakanı olarak Mustafa Elitaş’ın tercih edilmesinin anlamı ise Anadolu sermayesi olarak da adlandırılan daha küçük ölçekli sermaye kesimlerinin çıkarlarının temsil edileceği mesajının verilmesi. Maliye Bakanı olan Naci Ağbal, maliye kökenli bir bürokrat olarak, 2000’li yılların neoliberal mali disiplin politikasının uygulayıcılarından biriydi. Bu anlamda maliyede Şimşek çizgisinin sürmesini bekleyebiliriz. Cevdet Yılmaz Kalkınma Bakanlığı, Binali Yıldırım ise Ulaştırma Bakanlığı koltuklarını korudu. Berat Albayrak’ın Enerji Bakanlığı görevi ise madencilik, HES’ler ve enerji dağıtım ihaleleri gibi alanların doğrudan Saray tarafından düzenlenmek istendiğini ifade ediyor.

Küresel Kriz Derinleşirken!
Önümüzdeki dönemde yeni kurulan hükümeti önemli sorunlar bekliyor. Dünya geneline baktığımızda ABD dışında ekonomik büyüme 2008 krizinden beri bir türlü toparlanamadı. Uluslararası kurumların yaptığı tahminlere göre 2016 yılında dünya ekonomisi 2015’ten daha iyi olmayacak. Küresel krizin gelişimine baktığımızda, 2012’den itibaren etkilerinin hissedilmeye başlanan küresel krizin 3. aşamasının gelişmekte olan ülkeleri vuracağı görülüyor. Zira Türkiye ekonomisinin de 2012’den itibaren yavaşlamaya başladığının ve yüzde 3 seviyesinde bir büyümenin güçlükle yakalandığının altını çizmek gerekiyor.

Kaynak: The Economist, http://goo.gl/LZzz0Y

Aralık ayında yapılması beklenen FED faiz artışının, özellikle “yükselen piyasalar” için ciddi sonuçları olabilir. Daha da önemlisi, sermaye hareketlerinin tersine dönmesinin, tek seferlik yaşanacak bir şoktan ziyade, daha uzun vadeye yayılacak bir süreç olma ihtimali var. Böyle bir ortamda 2000’li yıllar boyunca ABD’deki kredi genişlemesinin, 2008 krizi sonrasında da krizden çıkış için hayata geçirilen miktarsal genişleme programlarının sağladığı olanaklarla kurulan neoliberal popülist rejimlerin sarsılması gündeme gelebilir.

Hükümet Programı ve “Utangaç Kalkınmacılık”
Önümüzdeki dönemde artık 2000’li yıllardaki gibi, bir yandan sert neoliberal program uygulayıp diğer yandan bunun ortaya çıkarabileceği toplumsal hoşnutsuzlukları kredi genişlemesi ve sosyal yardım programlarıyla törpüleme olanağı ortadan kalkmaya başlıyor. Bu yeni durumda neoliberal popülizmlerin önünde iki seçenek kalıyor. İlki sosyal yardım ve kredi genişlemesi yanları törpülenmiş bir neoliberal programı uygulamak – bunu yapıp da iktidarda kalabilen bir hükümet olmadı. İkincisi ise “utangaç kalkınmacılık” olarak adlandırdığım politikalara yönelinmesi. Bunun anlamı şu: Küresel krizin derinleşmesi nedeniyle  dış ticaretin zaten çöktüğü bir ortamda iç talebin giderek daha fazla öne çıktığı, kısmi ve sınırlı da olsa ithal ikameci uygulamaların gündeme geldiği bir süreci yaşayabiliriz. ,
Örneğin asgari ücret artışı gibi uygulamaları bu çerçevede düşünebiliriz. Yine hükümet programında üretimin ithalata olan bağımlılığını azaltmak üzere formüle edilen Girdi Tedarik Stratejisi, İthalata Olan Bağımlılığın Azaltılması Öncelikli Dönüşüm Programı gibi tedbirlerin sıralanması ve Dahilde İşleme Rejimi’nin yeniden düzenleneceğinin belirtilmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Artan Jeopolitik Riskler
Bölgede giderek artan jeopolitik riskler Türkiye ekonomisi açısından kritik bir öneme sahip. Özellikle Rus uçağının düşürülmesi sonrası artan güvenlik riskleri nedeniyle petrol fiyatlarında yaşanan artışın sürekli olup olmayacağı önemli. Zira bir süredir petrol fiyatlarının düşük seyretmesi, cari açık ve enflasyon gibi temel sorunların daha da kötüleşmesini engelleyen bir faktör olarak işliyordu. Petrol fiyatlarındaki düşüş dünya genelinde ekonomik büyümenin yavaşlamasının bir sonucu ve küresel krizin derinleşmesinin bir belirtisiydi. Bu süreçte temel bir değişiklik yok, ama petrol arzının daraltılması fiyatları tekrar yükseltebilir.


Geçtiğimiz hafta petrol fiyatlarının 40 doların altına düşme ihtimali sonrasında Suudi Arabistan şimdiye kadarki tavrını değiştirerek, petrol fiyatına istikrar kazandırılması için OPEC ülkeleriyle işbirliği yapacağını ilan etti. Buna ek olarak Ortadoğu’da siyasi gerginliklerin tırmanması ve sıcak çatışma alanlarının artması petrol fiyatlarının artmasına, bu da Türkiye ekonomisinin petrol ve doğalgaz ithalatına olan bağımlılığından dolayı, yaşanan ekonomik sorunların hızla derinleşmesine neden olabilir.

2016'ya Girerken Sıkıntılar Sürüyor
2016’ya girerken ekonomik büyümede yavaşlamanın ve işsizlikteki artışın sürdüğünü görüyoruz. Önümüzdeki dönemde, merkez bankasının FED faiz artışına paralel olarak hareket edeceğini öngörebiliriz. Bunun nedeni, TCMB’nin faiz artışı yapmadığı bir ortamda döviz kurunun değerlenmesi ve bunun ithalat kanalıyla enflasyona yansıması ihtimalinin yüksek olması. Olası faiz artışı, inşaat sektörü gibi faiz hareketlerine duyarlılığı yüksek olan sektörlerde hissedilecek. Bu olumsuz riskler karşısında yeni hükümetin elindeki en önemli koz kamu bütçesinde bir ekonomik genişleme politikası için halen manevra alanının bulunması. Buna ilave olarak programda yer alan önlemlere bakıldığında Kredi Garanti Fonu’nun işlevinin ve Hazine garantisinin kapsamının genişletilmesi gibi önlemler kriz karşıtı politika çerçevesinde ele alınabilir.

-----------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı daha önce Başlangıç Dergi’nin web sitesinde yer aldı. 
Erişim: http://baslangicdergi.org/64-hukumet-programi-utangac-kalkinmacilik/

13 Kasım 2015 Cuma

Merkez Bankası Tartışmaları Üzerine Bir Not

1 Kasım seçimleri sonrasında ekonomi yönetiminin nasıl şekilleneceği ve yeni hükümetin temel önceliklerinin neler olacağı bir tartışma konusu olarak varlığını koruyor. Bu süreçte özellikle merkez bankasının konumu yeniden gündeme geliyor. Örneğin açıklanması seçim sonrasına ertelenen AB İlerleme Raporu'nda merkez bankası bağımsızlığının erozyona uğradığının altı çiziliyor. Konuyla ilgilenenlerin hükümete eleştirileri de bu çerçevede şekilleniyor. Bu vesile ile tartışma hakkında iki noktanın altını çizmek istiyorum.


İki Farklı Merkez Bankacılığı Rejimi
Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda Refet Gürkaynak hoca 2009 öncesi ve sonrasında iki merkez bankacılığı rejimi olduğunu söylüyor:
"2009’a kadar Merkez Bankası enflasyon biraz arttığında kuvvetle faiz artırıp enflasyonu kontrol ediyor. 2009’dan sonra başka türlü bir tepki veriyor. Enflasyon epey artıyor faizler çok az artıyor bu da yetmiyor enflasyonu kontrol etmeye. Dolayısıyla burada iki merkez bankacılığı rejimi olduğunu veride de görebiliyoruz." 
Refet hoca söyleşide, bunun nedeninin merkez bankası üzerindeki siyasi baskı olduğunu ve aslında bankanın enflasyonu düşürecek teknik donanımda olduğunu ancak bu baskı nedeniyle faiz aracını kullanamadığı anlatıyor.
"... hala eline imkan verildiği zaman, kendisine izin verildiği zaman bu ekonomideki enflasyonu rahatlıkla kontrol edecek olan bir kurum. Şu anda sadece ekonomi politik konuşuyoruz. Türkiye siyaseti bu kuruma kanuni görevini yapma iznini verecek mi vermeyecek mi?" 
Kısacası, işleri teknik olarak halletmek mümkün ancak siyasetin müdahalesi bunu engelliyor. Bu aslında ana akım merkez bankacılığının temel amentülerinden biri. Temeli, ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması gerektiğine dayanıyor. Nedeni, siyasilerin yeniden seçilebilmek için ekonomik büyümeye öncelik verdiği, bunun ise enflasyonu kontrol altında tutmayı zorlaştırdığı. Bu çerçeve kendi içinde tutarlı gibi görünüyor ancak temel varsayımında sorunlar var. Gerçek hayatta ekonomi ile siyaset hiç bir zaman ayrı olmadı, olmayacak da!



Siyasi Etki ve Ekonomik Konjonktür
Her ne kadar öyle olduğu iddia edenler olsa da, merkez bankacılığında evrensel kurallar yoktur. Zaten merkez bankacılığın bilim kadar sanat olduğu söylemi de buradan gelir. Bunun farklı nedenleri var ancak temel olarak para ile meta arasındaki bağlantının koptuğu ve kredi paranın egemen olduğu bir ekonomik yapıda parasal istikrarın sağlanmasının zorlukları. Bu yapısal zorluklar dahilinde merkez bankaları kriz karşıtı politikalar uygulayarak parasal istikrara ulaşmaya çalışıyorlar. Bu genel anlamda emek karşıtı bir çerçevede şekilleniyor.

Bu tartışmanın teorik kısmını bir kenara koyarak söyleşiye dönersek, Refet hocanın önerdiği çerçeveye ilgili iki noktanın altını çizmek istiyorum. İlki, hoca merkez bankası 2009 öncesinde enflasyon artınca faiz arttırabiliyor ikincisinde arttırmıyor, bunun sebebi siyasi diyor. Ancak 2009 sonrasında faiz artışı konusunda merkez bankasının elini bağlayan ne kadar siyasi ise, öncesinde elini rahatlatan da o kadar siyasi idi. Bunun nedeni para politikasının teknik ve nötr değil siyasal-iktisadi bir alan olması. İkincisi, 2009 öncesi ve sonrasındaki ekonomik konkonktürün yapısal olarak farklı olması. İlki genişleme, ikincisi daralma dönemi. İlkinde faiz artışının siyasi maliyeti görece düşük ancak ikincisinde yüksek. 

Küresel krizin derinleştiği bir atmosferde merkez bankalarının açmazları daha da artacak. Bir yandan krizin aşılmasının para politikası ile gerçekleştirme yoluna gidilmesi ve merkez bankalarının elindeki seçeneklerin giderek daralması süreçlerini yaşıyoruz. Diğer yandan farklı bir finans kurgusunun nasıl olabileceği ile ilgili öneriler yavaş da olsa geliştiriliyor. Takip edip tartışmayı sürdüreceğiz.


2 Ekim 2015 Cuma

Küresel Kriz Derinleşiyor, İhracattaki Çöküş Sürüyor!

Eylül ayı ihracat verileri dün açıklandı. Eylül'de ihracatta yüzde 19.8 ile 2015'in şimdiye kadarki en sert düşüşü gerçekleşti. İhracattaki daralma Ocak-Eylül arasında ise yüzde 10 düzeyinde gerçekleşti.


İhracatın Coğrafi Bileşimi
İhracat yapılan coğrafyalara bakıldığında küresel ekonomik krizin derinleşmesinin etkilerini rahatlıkla görebiliriz. Buna göre Türkiye'nin en çok ihracat yaptığı ilk 10 ülkeye bakıldığında, BAE dışında tümüne yapılan ihracat azalmış. Almanya, İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya ve Romanya gibi Avrupa ülkelerine yapılan ihracattaki daralma yüzde 14'ü geçerken, Ortadoğu'ya döndüğümüzde Irak'a yapılan ihracatın yüzde 32.3 oranında daralmış. Aşağıdaki tabloda bir başka dikkat çekici gelişme, yüzde 48 ile en sert daralmanın Rusya'ya yapılan ihracatta gerçekleşmesi. Önceki aylarda olmayan bir gelişme ise ABD'ye yapılan ihracattaki daralma. Kısacası ihracatın coğrafi bileşimindeki daralmanın küresel ekonomik krizin coğrafi ağırlığı ile uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. 

Kaynak: http://goo.gl/rUf2dJ


İhracatın Sektörel Bileşimi
İhracatın sektörel bileşimine bakıldığında ise, Türkiyeli firmaların en çok ihracat yaptığı sektörlerin tümünde daralma yaşandığı görülüyor. Önceki aylardan farklı olarak Otomotiv sektörünün ihracatında dahi daralmanın gözlenmesi dikkat çekici. En sert daralma çelik ihracatında görülmüş. Türkiye'nin geleneksek ihracat sektörü olan Tekstilde yaşanan yüzde 20'lik daralma önceki aylarla paralellik sergiliyor. Burada da, ihracattaki daralmanın sektörel bileşiminde en çok daralan alanlar ile küresel krizin derinleşmesi arasında paralellikler kurulabilir.
Kaynak: http://goo.gl/rUf2dJ


Kayıp 2015, Krizli 2016'nın Habercisi Mi?
İhracatta Eylül verileri, 2015 yılındaki en sert daralmaya işaret etse de, daralmanın yaşandığı tek ay Eylül değil. Mayıs'taki yüzde 19'lük daralmadan sonra Haziran ve Ağustos aylarında kısmen azalan daralma Eylül ile birlikte rekor kırmış oldu. Bu eğilimin devam etmesini bekleyebiliriz.



Ancak 2015 yılındaki daralma, 2008-9 dönemindeki daralmadan daha farklı. Aşağıdaki grafik, 2007'den itibaren ihracatın seyrini gösteriyor. Grafikte iki daralma dönemi görüyoruz. İlki, dünya ekonomisinde 2008-9 şok dalgası sırasında sert bir daralmanın yaşandığı dönemdi. Bu süreçte Türkiye'li firmaların ihracatı, şimdiye oranla daha yüksek düzeyde daraldı. 2009 sonrasında ABD temelli kurtarma programlarını devreye girmesiyle bu daralma çok uzun sürmeden durduruldu. Oysa 2015'teki daralma, küresel ekonomik krizin ilk şok dalgasına değil, küresel ekonomik krizin derinleşme aşamasına tekabül ediyor. Krizin derinleşmesi konusuna farklı vesilelerle değindiğim için burada açmayacağım ama ihracat açısından özelliği 2008-9'a göre daha düşük oranlı ancak daha uzun süreli bir daralmanın yaşanabileceği.  


Kaynak: http://goo.gl/S2NVJp

Küresel krizin derinleşmesi nedeniyle, ihracattaki bu trendin kısa sürede değişmeyecek olması, bu daralma trendinin 2016'da da sürebileceğine işaret ediyor. 2015 yılı zaten kayıp yıl oldu ve 1 Kasım seçimleri sonrasında ortaya çıkacak hükümet formülasyonlarını sert bir ekonomik iklimin beklediği açık.

23 Eylül 2015 Çarşamba

Çin İçin Kriz Yeni Başlıyor

Çin'de önceki gün açıklanan PMI verileri (satın alma yöneticileri endeksi), ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye devam ettiğini gösteriyor. 

PMI verileri sadece 2015'teki yavaşlamayı göstermiyor, bu yavaşlama aynı zamanda 2009 krizinden beri en düşük seviyeye ulaşıldığına işaret ediyor. Açıklanan bu veri üzerine ekonomik yavaşlamanın gerçekleşeceği beklentisinin kuvvetlenmesiyle birlikte Çin'de yüzde 3'e yakın borsa düşüşleri gerçekleşti. Bu düşüşü, Haziran ve Temmuz aylarındaki düşüşlerle ve Ağustos'taki devalüasyonla beraber değerlendirdiğimizde Çin'de işlerin iyi gitmediği açık.


Kaynak: http://goo.gl/srYNc9

Küresel ekonomik krizin 2008'den itibaren seyrini düşündüğümüzde, krizin derinleşme aşamasına geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda Çin için 2008 krizi yeni başlıyor diyebiliriz. Ancak Çin’in dünya ekonomisi ile yüksek entegrasyon düzeyi, Çin’deki sorunların hızla diğer ülkelere sirayet edebileceğini gösteriyor. Gerçekten de Çin’deki tempo kaybı, bir yandan dünya ticaretinin daralmasına, diğer yandan da emtia fiyatlarının düşmesine neden oldu. Ayrıca, tempo kaybının önüne geçmek için yapılan devalüasyonlar, ABD ve Avrupa’ya deflasyon dalgaları yollamaya devam edecek. Kısacası, yakın gelecekte küresel düzeyde ekonomik kriz riskinin ortadan kalkacağına dair herhangi bir kanıtımız yok.

Süreci takip edebilmeyi kolaylaştıracağı düşüncesiyle, 30.08.2015 tarihinde Birgün Gazetesi'nde yer alan röportajı aşağıya ekliyorum.

Gelişmeleri izlemeye devam edeceğiz. 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme yaşadığı günlerden oldukça uzakta olduğunu belirten ekonomist Ümit Akçay’a göre Fed’in faiz artışı sonucunda teknik olarak krize girme ihtimali oldukça yüksek. Türkiye’nin ekonomideki yapısal sorunlarına bir de siyasi belirsizlikler, ABD’nin faiz artırım beklentisi ve Çin’deyaşanan sarsıntı eklenince ekonomideki alarm seslerini iyice duymaya başladık. ‘Dünya ekonomisi nereye gidiyor’, ‘dolar ne olur, ‘ekonomik kriz çıkar mı’ gibi sorular halkın gündeminde uzun zamandır hiç bu kadar yer tutmamıştı. Biz de bu sorulara yanıt aramak için New York Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Araştırmaları Enstitüsü’nden ekonomist Dr. Ümit Akçay ile konuştuk.

Bir süredir Çin'de yaşananlar, yeni bir küresel krizin habercisi mi yoksa 2008 krizi ile bağlantıları var mı?

Geçtiğimiz haftalarda Çin merkezli yayılan yeni dalgasını 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz konjonktürünün içinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl Ali Rıza Güngen ile yazdığımız “Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği” adlı kitapta 2008 sonrası süreci kabaca üç dalga halinde incelemiştik. Bunlardan ilki ABD merkezli gelişen ve konut piyasasındaki sorunların tetiklemesiyle patlak veren, ardından hızla finansal mimarinin çöküşüne neden olan ve genel bir ekonomik krize dönüşen aşamaydı. İkincisi, krizin Avrupa’ya sirayet etmesiyle başladı. Avrupa’da kriz, AB’nin kurumsal ve sınıfsal yapısına göre şekil aldı ve bu yapı sayesinde Alman sermaye çevreleri krizi Güney Avrupa ülkelerini “ıslah etmek” için kullanıldı. Bu süreç halen sürüyor. 

Kitapta küresel krizde son aşamanın “gelişmekte olan ülkeler” kategorisindeki ülkeleri vuracağını öngörmüştük. Geçtiğimiz yıldan itibaren bu sürecin içindeyiz. Bu sürecin en önemli özelliği, küresel ekonomik krizin dünya ölçeğine yayılma sürecini tamamlayarak derinleşme aşamasına geçmesiydi. Derinleşme ile de başta Çin olmak üzere, dünya genelindeki önemli üretim üslerinde ekonomik büyümenin tempo kaybetmesini ve genel olarak durgunluğun yaygınlaşmasını kast ediyoruz. Şimdi bu sürecin içindeyiz.

Çin borsadaki sert düşüşler tüm dünya piyasalarını sarstı. Neden piyasalar Çin'den bu kadar etkilendi?

İki neden var. İlki, Çin’in dünya ekonomisinin önemli bir üretim üssü olması ve buradaki büyüme temposunun yavaşlamasının emtiya fiyatlarından tutun, dünya ticaretine kadar pek çok alanda etkilerinin olmasıdır. Bunun nedeni Çin’in dünya ticaretindeki payının çok büyük olmasıdır. Örneğin, dünyadaki petrolün yüzde 14’ünü, soya fasülyesiin yüzde 57’sini, bakır cevherinin yüzde 31’ini ve demir cevherinin yüzde 57’sini Çin tek başına ithal ediyor. Böyle bir üretim üssündeki yavaşlamanın sadece kendisini etkilemesi söz konusu değil. Büyümenin yavaşlamasından bahsederken de hatırlatalım, büyümenin yüzde 7’nin altına düşme riskinden bahsediyoruz. Bu pek çok ülke için çok yüksek bir oran ancak Çin için böyle bir durum en son 1990’da görülmüştü. Buna ek olarak Çin yönetimi, yüzde 8’in altındaki herhangi bir büyümeyi rejim için tehdit olarak algılıyor.

İkinci neden de, Çin’in küresel finansal mimarinin önemli bir parçası olması. Bunun anlamı, küresel düzeyde finansal bütünleşme düzeyinin artmış olmasıdır. Bu entegrasyon düzeyi, işlerin iyi gittiği zamanlarda sermaye hareketlerinin rahatça sürmesini sağlıyor. Ancak işler kötüleştiğinde, sistemin herhangi bir yerinde ortaya çıkan bir sorunu, çıktığı yere hapsetmek giderek zorlaşıyor. Bu finansal mimaride Çin’in ABD ile ilişkisi öne çıkıyor. Bunun nedeni Çin’in muazzam dış fazlasını yeniden götürüp ABD hazine kağıtlarına yatırıyor olması. Bu açıdan Çin’deki herhangi bir ekonomik sarsıntı, 1990’lı yıllar boyunca AB merkezli olarak oluşan yeni finansal mimaride önemli sarsıntılar yarratabilme potansiyeli taşıyor.

ABD Merkez Bankası Fed'in Eylül ayında faiz artırmasını beklerken Çin, para birimi yuanı devalüe etti. Ne anlama geliyor? ABD'de nasıl yankılandı? Fed'in faiz artırım kararını etkiler mi?

Çin’deki devalüasyon, bir bakıma önceki soruyu yanıtlarken kısaca özetlediğim küresel krizin derinleşmesine verilen bir yanıt niteliğinde gerçekleşti. Ekonomik büyümesi büyük ölçüde ihracat çekişli olan Çin ekonomisinde bu kanalın hasar görmesi, devalüasyon yaparak ihraç mallarını ucuzlatma ve böylelikle büyümeye destek olma sürecini gündeme getirdi. Bu hamlenin ABD açısından iki anlamı vardı. 

İlki, ucuzlayan Çin malları, bunların önemli bir tüketicisi olan ABD için enflasyon artışını frenleyebilecek bir etken olarak devreye girdi. Ki olası faiz artışının temel gerekçesi, enflasyonun gelecekte artacağı beklentisi idi. İkincisi de, olası bir faiz artışı sonucunda doların diğer paralar karşısında değer kazanması ile ABD’nin Çin’e karşı olan dış ticaret açığının daha da artacak olması. Bu nedenlere bir de içinden geçmekte olduğumuz küresel krizin derinleşmesi konjonktürünü de eklediğimizde, yakın gelecekte ABD’de bir faiz artırımı yapılması olasılığının giderek azaldığını düşünüyorum.

ABD'nin faiz artışına gitme sürecinde en kırılgan ülkelerin başında Türkiye geliyor. Türk Lirası bu süreçte Brezilya Reali'nin ardından en fazla değer yitiren ikinci para birimi oldu. Türkiye ekonomisindeki şokları sadece siyasi-jeopolitik belirsizlik ile dış etkenlere mi bağlamak gerek?

Bu faktörler önemli. Ancak daha önemlisi ekonomik yapının bu faktörlerdeki değişikliklere aşırı duyarlı şekilde kurulmuş olması. Bunun anlamı, 2000’lerin ilk yarısındaki büyüme hikayesinin büyük oranda ABD merkezli kredi genişlemesi ile beslenmiş olmasıdır. Tersi durumda da, yani küresel fon akışlarının yön değiştirmesi durumunda da ekonomik büyümenin yavaşlaması gündeme gelir. Dolayısıyla, küresel piyasalara entegrasyonu yüksek olan bir ülke olan Türkiye için dış gelişmelerden etkilenmemek söz konusu değil. 

Siyasi ve jeopolitik risk ise belirsizlikten kaynaklanıyor. Yoksa yabancı sermayenin ülkenin gidişatının demokrasiden saptığını düşünüp, bu nedenle yatırımları durdurması gibi bir durum yok. Zira sermaye ülkelerin rejimlerine değil, karına bakar. Ancak karlılık koşullarında belirsizlik olduğunda farklı alternatiflere yönelmesi doğal. Şu anda Türkiye’deki siyasi kilitlenme ve yeniden alevlenen savaş koşulları bu belirsizliği artıran önemli unsurlar.

TCMB'nin sürece dönük attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Doğru adımlar atıyor mu? 

TCMB’nin yapabileklerinin sınırlı olduğu ve gereğinden fazla önem atfedildiğini düşünüyorum. Bunun bir nedeni, merkez bankası bağımsızlığının siyasetçiler için oldukça işlevsel olması. Örneğin işler yolunda gittiğinde, bağımsız merkez bankası tarafından yürütülen para politikasının olumlu sonuçları hükümete yazar. Ancak işler kötü gittiğinde, merkez bankasının bağımsız olduğu hatırlanır ve siyaset kurumu sorumluluğu üzerinden atmak için bankayı işaret eder. Bunun yanında 30 milyar doların altına inmiş olan bir net rezerv seviyesiyle, küresel bir dalga sonucunda artan kura müdahale etmenin sonuç alabilecek bir seçenek olmadığını düşünüyorum. Banka’nın elindeki diğer seçenek olan faiz artışının da farklı sonuçları var. Faizler arttığında, borçlanma maliyetleri de artacağından bunun ekonomik büyümeye olumsuz etki yapmasından çekiniyor. Dolayısıyla para politikasında bir kilitlenme durumuna geliyoruz. Zaten bu tip dönemlerde maliye politikasının devreye girmesi daha etkin sonuçlar verebilir.

Son olarak TCMB’nin geçtiğimiz hafta açıkladığı para politikasının “normalleştirilmesi” yol haritasının oldukça talihsiz olduğunu düşünüyorum. Teknik açıdan faiz korioru sistemi yerine koridorun politika faizi etrafında simetrikleştirilerek daraltılmasının “sadeleştirme” açısından faydaları olabilir. Ancak dünya ekonomisi yangın yeriyken ortodoks para politikalarına dönüş ne gerçekçi ne de mümkün diye düşünüyorum.

Türkiye'ye şu anda 'ekonomik krizde' demek doğru mu? Fed'in olası faiz artışına gitmesi Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecek?

Bu kriz tanımını nasıl yaptığınıza göre değişir. Genel geçer resesyon tanımı, iki dönem üstüste ekonomik daralmanın yaşanmasını anlatır. Bu çerçeveden bakarsak henüz bu noktada olmadığımızı söyleyebiliriz. Ancak her ne kadar kısa vadede gerçekleşme ihtimali oldukça düşse de, Fed’in faiz artışı sonucunda teknik olarak da krize girme ihtimalimiz yükselecektir.

Eğer gerçekleşirse, faiz artışı sadece Türkiye’de değil, benzer ülkelerde de önemli kırılmalara neden olabilir. Bunu açmak için 2000’lerde yaşadığımız süreci yeniden hatırlamalıyız. 2000’ler boyunca ABD kökenli yaşanan kredi genişlemesi sayesinde, aralarında Türkiye’nin de olduğu bir dizi ülke, oldukça sert bir neoliberal program uygulamalarına karşın bu programın yaratması muhtemel olan hoşnutsuzlukları, kredi genişlemesi sayesinde törpüleyebildi. Bu anlamıyla finansın gündelik hayata sızması, reel gelirlerinin artmadığı bir ortamda insanların yaşam masraflarını karşılayabilmek için giderek daha fazla borçlanmaları ile sağlandı. Bunu mümkün kılan ise ABD merkezli kredi genişlemesiydi. Bu sürecin tersne dönmesi, 2000’ler boyunca oldukça yükselmiş hanehalkı borçluluğunun sürdürülmesinde ciddi sorunların çıkmasına neden olabilir. Dolayısıyla, kredi genişlemesi döneminin sonlanması, neoliberal programın yarattığı toplumsal sorunları daha görünür kılacaktır. Bunun hükümetler açsından anlamı, iktidarların farklı toplumsal kesimlerle geniş koalisyonlar kurma kapasitesinin giderek daralması olacaktır. Nitekim, Türkiye’de 2012 itibariyle yaşanan bu ekonomik sürecin siyasi yansımalarını 2013’ten itibaren gözlemliyoruz. Sonuçta olası bir  faiz artışı, bizim gibi ülkelerde önceden hesaplanmayan sonuçların doğmasına vesile olabilir.

Ancak bu orta vadeli değişimlerin yanında, doğrudan etkisi TL’nin değersizleşmesi ve borçlanma maliyetlerinin artması olacaktır. Bu durumda ekonomi, bir yandan enflasyon artışı basıncına maruz kalacak, diğer yandan da bunu önlemek ve Fed ile eşgüdümlü bir şekilde hareket etmek için yapılacak olan faiz artışı ekonomik büyümenin daha da yavaşlamasına neden olacaktır. Dolayısıyla durgunluk içinde enflasyon anlamına gelen stagflasyon durumu yaşanabilir. Türkiye açısından kamu bütçesi, bu eğilime karşı bir eğilim olarak kullanılabilir ancak bunun da uzun vadeli bir çözüm olmayacağı aşikar. Kısacası, Fed faizleri artırsa da artırmasa da, kısa vadede mevcut ekonomik yapı ve bu yapı nedeniyle ekonominin sermaye akımlarından etkilenme seviyesi değişmediği sürece Türkiye ekonomisinin yüksek büyüme temposunu yakalaması mümkün görünmüyor. Faiz artışının ertelenmesi olumlu bir etki yapmayacaktır ancak artış yapılması mevcut durumu daha da kötüleştirebilir.

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Çin Küresel Ekonomiyi Sarsıyor

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin'de hafta başından itibaren üst üste iki günde toplam yüzde 3.5 oranında yapılan devalüasyon, zaten kırılgan olan küresel ekonomik atmosferin daha da istikrarsızlaşmasına neden oldu. Temmuz başında Çin borsasında yaşanan çöküş sonrasında, krize karşı bir politika aracı olarak kullanılan miktarsal genişleme kervanına ABD, Japonya ve Avrupa'dan sonra Çin de katılmıştı. Ancak küresel krizin derinleşmesi yaşanırken bu önlemlerin sonuç verme olasılığı oldukça düşük.

Çin'deki Devalüasyon
Her ne kadar PBOC daha fazla devalüasyon için ekonomik bir temelin olmadığını söylese de, geçtiğimiz iki günkü devalüasyon kararında iki temel diamik rol oynadı. 

1. İhracattaki Daralma
Küresel krizin derinleşmesinin en önemli göstergelerinden biri olan dünya ticaretindeki daralma trendine paralel olarak Çin'in ihracarındaki sert düşüşler, merkez bankasını bunu önlemeye yönelik önlemler almaya itti. Bunun nedeni, Çin'deki büyümenin ihracat temelli olması. Yani ihracattaki daralma sürdüğü sürece ekonomik büyümenin yüzde 7 düzeyini bulması giderek zorlaşabilir. 

2. Olası Fed Kararları İçin Önlem
İkinci neden, Fed'in olası faiz artırımı sonrasında sermaye akımlarının yön değiştirmesine karşı önceden bir önlem almak ve bu kararın zaten sıkıntıda olan Çin ekonomisine olası olumsuz etkilerini hafifletmek olarak görünüyor.

ABD ve Avrupa'ya Etkileri
Çin'in devalüasyonunun ABD üzerindeki etkisi, zaten Çin lehine olan ticaret dengesinin daha da açılması olacaktır. Develüasyonun Avrupa'ya etkisi ise, daha da ucuzlayacak olan Çin malları ile deflasyonist eğilimlerin daha da yoğunlaşması olacaktır. 

Avrupa Hala Krizde!
Çin'deki gelişmeler dünya ekonomisini olumsuz etkilemeye devam ederken, Avrupa'daki durum hiç de iç açıcı değil. Temmuz ayında Yunanistan'daki krize odaklanan Avrupa için yapılan anlaşma sonrası Yunanistan sorunu yeniden gündeme gelmek üzere şimdilik geri plana düştü. Kasım ayında İspanya'daki seçimlerin sonuçları bu bağlamda önemli olacak. Borç sorunu etrafında yoğunlaşan bu tartışmaların yanında, son yayınlanan sanayi üretim rakamları Avrupa'da hala krizden çıkacak düzeyde bir toparlanmanın yakın gelecekte görünmediğini gösterdi. Temmuz ayında sanayi üretimi bir önceki aya göre yüzde 0.4 daraldı.


Sonuç
Çin'deki gelişmeleri, Avrupa'da bir türlü aşılamayan sıkıntıları ve emtiya piyasalarındaki düşüşleri birbirinden kopuk dinamikler olarak değil, küresel ekonomik krizin derinleşmesinin görümünleri olarak ele almak gerek. Bu görünümlere Türkiye'nin de arasında olduğu "yükselen piyasalarda" yaşanan ekonomik durgunluk eğilimlerini de eklemeliyiz. Bu tabloda önümüzde duran soru şu: Fed tüm bu olumsuzluklara rağmen faiz artırımına gidebileek mi? 

Triffin Dilemma'sı ABD için bir kere daha gündemde!


7 Temmuz 2015 Salı

Çin’de borsa çöküşü ve ihtimaller

Dünya kapitalizmi 2008 krizi sonrası dönemde merkez ülkelerin politika tepkileri nedeniyle bir süreliğine Çin, Brezilya gibi ülkelerin yüksek büyüme oranlarını deneyimledi. Devasa ekonomisiyle Çin’in performansı kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı depresif eğilimlerin ciddi bir özellik arz etmediği düşüncesini korumak için Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından kullanıldı. ABD ekonomisindeki 2014 ve 2015’teki zayıf toparlanma sonrasında muhtemel FED faiz arttırımının “yükselen piyasa” olarak adlandırılan ülkelere sermaye girişine darbe vuracağı ve yeni çalkantıları beraberinde getirebileceği daha görünür oldu. Avro Bölgesindeki deflasyona 2012’de ertelenen Yunan borç sorununun yeniden eklenmesiyle daha şimdiden 2015 bir kriz yılı unvanını kazandı. Bütün dikkatler Brüksel’deki görüşmelere ve Syriza’nın referandumda elde ettiği desteği nasıl harcayacağına çevrilmişken, Çin’deki finansal çöküş gündeme gecikmeli olarak yerleşti.


Bu kısa değerlendirmede Çin’de son bir ayda gerçekleşen borsa çöküşü ve yansımalarını ele alacağım. Çöküşün Çin’de uzun vadede gerçekleşmekte olan kapitalistleşme sürecinin bir uzantısı olduğunu söylemek mümkün olsa da esasen son yıllarda devlet şirketlerinin egemenliğindeki borsada oluşan alım spiralinin öneminden söz etmek gerekli. Bir yandan borsanın uluslararası yatırımcılarca tercih edilen bir borsa haline gelmesi için adımlar atılırken öte yandan Komünist Parti yönetimine yakından bağlı şirketlerin hisse senetlerinde 2015’te yaşanan yükseliş hem içeriden alınan bilgilerle yapılan spekülasyonu hem de bütün bu yükselişin Çin’deki parti katmanlarını zenginleştirmesini ima ediyordu. Bu çöküşün üretime vereceği zararın önün geçmekse oldukça zor görünüyor.

7 Temmuz itibarıyla Çin borsasında 1.4 trilyon dolar değerindeki hisselerin işlemi durduruldu. Başka bir deyişle borsadaki şirketlerin dörtte birinin işlemleri askıya alındı. Haziran ortasından beri devam eden düşüşün geride kalmış olabileceği ve hisse satın almaktan ekonomiye para pompalamaya kadar çeşitli müdahale seçeneklerinin çöküşün büyümesini engelleme ihtimalinden bahsedilse de çok büyük bir çöküşten bahsediyoruz. Şangay endeksi 12 Haziran’dan bu yana % 26,9 değer kayberken Shenzen’de oran % 35’i buldu. 3 Haziran sonradında Chinext’teki düşüş oranı da % 37,4 olarak kaydedildi. Yanda bulunan ve money.cnn.com’dan aldığım grafikte görüldüğü üzere yaşanan bir balonun patlamasından ibaret görünüyor, ancak bunun yansımaları oldukça ağır olacak.

Alınan önlemler ve yakın gelecek

Çin yönetimi bu çöküş karşısında çeşitli önlemler aldı. 27 Haziran’da merkez bankası faiz oranlarını düşürerek, bankaların daha fazla kredi vermesinin önünü açtı. Aynı zamanda spekülatif hareketlerin mercek altına alındığı açıklandı. Halka arz operasyonları iptal edildi ve 4 Temmuz’da 21 aracı firmanın oluşturduğu 19,4 milyar dolarlık bir fonun hisse senetlerini satın almasına onay verildi. Aracı kuruluşlara parasal destek sağlanacağı açıklandı ve ülkenin resmi rezerv dışındaki birikimlerini simgeleyen bağımsız varlık fonu (sovereign wealth fund) aracılığıyla hisse senedi alımına başlandı. Bütün bu önlemler şimdilik çöküşü engellemekte yetersiz kaldı, bu satırlar yazılırken borsanın işlemlerine topyekun ara vermesi ciddi bir olasılık olarak konuşuluyor.

Finansal piyasalarda oluşan oynaklıklar, Çin’de borsayı ve şirketleri kurtarmaya girişmiş bir hükümet görüntüsü veriyor. Her ne kadar bu oynaklık finansa içkin istikrarsızlığa bir örnek teşkil etse de aynı zamanda Çin ekonomisinde gelecekte elde edilecek artı değer oranları ve birikim temposuna dair beklentilerin de kısmen çarpıtılmış bir resmini sunuyor. Üstelik borsa çöküşü sonunda aracı firmalara ve yatırımcılara fon sağlayan bankaların krize girmesi ve bunun uzantısı olarak Çin’de ekonomik durgunluk ve birikim temposunda düşüş ihtimali her geçen saatte güç kazanıyor. Bu olasılığı zayıflatan tek unsur ÇKP'nin çabalarına karşın borsanın işlem büyüklüğü Çin ekonomisine oranla sınırlı bir borsa olması. Ancak bu haliyle dahi, son bir aylık çöküş başka birçok gelişmenin yanısıra Dünya ekonomisindeki depresif eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor. 

30 Haziran 2015 Salı

Karşılıklı Hamleler Sürüyor: Yunanistan İMF'ye Olan Borcunu Ödemedi!

30 Haziran itibariyle Yunanistan İMF'ye olan 1.5 milyar avroluk borcunu ödemedi. 30 Haziran'daki temerrüt öncesi gün içinde Syriza ve Troyka taraflarından karşılıklı hamleler geldi. Hafta sonundan itibaren yaşanan gelişmeleri 7 noktada özetledim. 

1. Erteleme talebi reddedildi: 28 Haziran'daki yazıda, referandum kararının alınmasıyla birlikte Yunan tarafının Troyka'dan 30 Haziran'da bitecek olan mevcut kurtarma planının süresinin referandum sonrasına ertelenmesini talep ettiğini belirtmiştim. Geçen iki gün boyunca Troyka bu talebi yerine getirmeyeceğini yineledi ve sonuçta 30 Haziran itibariyle Yunanistan, İMF’ye olan borcunu ödemedi.


2. Troyka desteği dondurdu: referandum kararının alınmasıyla birlikte 28’inde Yunan tarafı, Acil Likidite Desteği’nin (ELA) artırılarak sürdürülmesini talep etmişti. Avrupa Birliği Merkez Bankası bu talebi de geri çevirdi. Giderek yoğunlaşan belirsizlik ve bankaların batabileceği beklentisiyle zaten bir süredir bankalardan yoğun olarak para çekiliyordu. Bu karar sonrasında hafta sonundaki para çekme yükü bankalar üzerinde büyük bir baskı oluşturdu.

3. Sermaye kontrolleri: 29’unda Troyka’nın ELA desteğini dondurması üzerine Yunan tarafının karşı hamlesi referanuma kadar sermaye kontrollerinin uygulanmaya başlanması oldu.

4.  Troyka'dan "evet" kampanyası: 29’unda, sermaye kontrolleri ve banka tatilinin başlaması sonrasında Troyka tarafından yapılan baskılar yoğunlaştı. Troyka AB Komisyosyonu Başkanı Juncker ağzından Yunanlıları “Evet” demeye davet etti, aksi bir kararın avrodan çıkışı getireceğini belirterek üstü kapalı tehdidi sürdürdü.

5. Destek talebi ikinci kez reddedildi: 30’unda Yunan tarafı, Avrupa Birliği Merkez Bankası’ndan ELA desteği için yeniden talepte bulundu. ECB bunu geri çevirdi.



6. Syriza'dan yeni anlaşma önerisi: 30’undaki esas gelişme Tsipras ekibinin yeni bir hamle yapmasıyla gerçekleşti. Buna göre Yunan tarafı, 2008’den beri gerçekleştirilen iki kurtarma planının ardından üçüncü plan önerdiler. Yeni öneride IMF’den ziyade Avrupa İstikrar Mekanizması’nı kullanılması talep edildi. Syriza’nın geçtiğimiz hafta sunduğu ve “havlu atma” anlamına gelen paketin bir benzeri sunuldu. Ancak paketin karşılığında borçların bir miktarının silinmesi talep edildi.



7. Almanya ağırlığını koydu
: Sriza’nın önerisi üzerince olağanüstü gündemle toplanan Eurogrup’tan olumlu bir yanıt çıkmadı. Zira toplantı öncesinde Merkel, herhangi bir yeni anlaşma için referandum sonuçlarını görmek gerektiğini ilan etmişti.


Sonuçta Tsipras ekibi baştan beri izlediği stratejiyi sürdürmüş oldu. Son önerdiği anlaşmada da bir miktar borç silmesi karşılığında daraltılmış da olsa bir istikrar paketinin uygulanması taahhüdünde bulundu. Zira Yunanistan’daki mevcut koşullar altında herhangi bir istikrar paketinin uygulanabilmesi için Yunan tarafının küçük de olsa bir kazanım elde ettiği düşüncesinin yaygınlaşması gerekiyor. Aksi takdirde Tsipras ekibinin borç silmeyi içermeyen herhangi bir anlaşmayı meclisten geçirmesi pek mümkün görünmüyor. Troyka'nın borç silme konusundaki tavizsiz tavrı bu bağlamda daha da anlamlı hale geliyor. 

Syriza'nın bu son hamlesi, referandum kararının son anda alınmış bir karar olduğunu bir kez daha gösterdi. Hafta sonundan itibaren yaşanan gelişmeler 5 Temmuz'daki referanduma kadar "hayır" tarafı üzerindeki baskının giderek artacağını gösteriyor. Ancak artan baskının yanında Tsipras ekibinin yalpalamaları da “hayır” cephesini zorluyor. 

28 Haziran 2015 Pazar

Yunanistan'da Referanduma Gidilirken Sermaye Kontrolleri Başladı!

Yunanistan'da Troyka'nın dayattığı anlaşma ile devam edilip edilmeyeceği 5 Temmuz'daki tarihi referandumda belli olacak. Referandum öncesi Troyka tüm kartlarını oynayarak Syriza'nın bu kararını boşa düşürmek isteyecektir. Referandum kararından sonra Troyka tarafından Yunan seçmeni üzerinde baskı oluşturmak için iki adım atıldı.

- Bunlardan ilki, Yunan tarafının mevcut borç ödeme son tarihi olan 30 Haziran'ı referandum sonrasına erteleme talebinin reddedilmesi oldu. Böylece Yunanistan resmi olarak 30 Haziran Salı temerrüde düşmüş olacak.
- İkinci hamle, Avrupa Birliği Merkez Bankası'nın (ECB) Acil Likidite Desteği (ELA) ile ilgili kararı. Pazar günü açıklanan karara göre mevcut ELA değişmeden sürecek. Ancak bankaların batacağı beklentisiyle yoğun bir şekilde para çekme sürecinin sürdüğü bir ortamda ELA'nın değişmeden sürdürülmesinin anlamı, desteğin fiili olarak çekilmesidir. Yunan tarafının buna tepkisi banka tatili ve sermaye kontrollerinin uygulanması oldu. 29 Haziran Pazartesi itibariyle bankalar ve borsa kapalı olacak, sermaye kontrolleri referanduma kadar sürecek.




Kritik Hafta: Avro'da Kalarak İflas Mümkün Mü?
Referandum sonuçlarına göre, hayır çıkması durumunda dahi doğrudan Drahma'ya geçilemeyebilir. Avro Birliği'nde kalarak iflas etme ihtimali, Yunan Maliye Bakanı Varoufakis'in daha önce gündeme getirdiği bir konu idi. Bunun mekanizması ise Yunan hükümetince Avro'ya bağlı bir kağıt çıkarılması (IOUs - "I Owe You"un kısaltması) ve bunun ödeme aracı olarak kullanılması şeklinde gerçekleşebilir. Önümüzdeki bir haftanın nasıl geçeceği bu tip alternatiflerin gündeme gelip gelmeyeceğini de belirleyecek.

Yunanistan'da #Grexit durumuna yaklaşması, Avro Bölgesi'ni derinden etkileyecektir. Sermaye kontrollerinin ilk gününde Avrupa genelinde borsalarda düşüş ve Avro'nun değer kaybetmesi beklenebilir. Ancak ilerideki olası gelişmeleri öngörebilmek için bu hafta Portekiz, İspanya ve İtalya'yı dikkatle izlemek gerek.

Gelişmeleri izlemeyi sürdüreceğiz.


Süreçle ilgili geçen hafta yaşananlar ve referandum kararının nedenleri ile ilgili Pazar günü, Cumhuriyet Gazetesi'nden Pelin Ünker'in sorularını yanıtladım. Aşağıda bu röportajı okuyabilirsiniz.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Komşudan son manevra
Yunanistan, Avrupa Birliği (AB) ile yapılan müzakereler tıkanma noktasına gidince referandum kararı aldı. Avrupa Birliği ile yapılan müzakereler tıkanma noktasına gidince Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras, olağanüstü topladığı bakanlar kurulundan sonra yaptığı açıklamada, referandum kararı aldıklarını söyledi. Referandum 5 Temmuz’da gerçekleştirilecek. Çipras, referandum sonucu ne şekilde olursa olsun buna uyacağını söyledi. Avro Grubu Başkanı Jeroen Dijsselbloem, Brüksel’de düzenledikleri toplantı öncesi, Yunan hükümetinin kararından şaşkınlık duyduğunu söyledi.
Atina, çarşamba günü uluslararası kreditörlerin borç krizini aşabilmek için sunduğu karşı önerileri reddetmişti. Referandum kararına nasıl gelindiğini New York Üniversitesi Öğretim Üyesi Ekonomist Dr. Ümit Akçay Cumhuriyet için değerlendirdi:

Karara nasıl gelindi?
Referandum kararında üç nokta etkili. İlki, Yunan tarafının verdiği onca tavize rağmen borç silmesi yolunda herhangi bir garanti almamış olması. Geçen hafta Yunan tarafının sunduğu taslak, Syriza’nın başlangıçtaki pozisyonu açısından önemli tavizler içeriyordu. Özelleştirme, KDV artışı, emekli maaşında kesintiler gibi önlemleri içeren taslak, kemer sıkmaya devam etmeyi taahhüt etmesi bakımından Syriza’nın “havlu atması” anlamına geliyordu. Ancak kreditörler bu tavizleri görmezden geldiler. Teknik olarak kreditörlerin isteklerine çok yakın bir metin ortaya çıkmıştı ancak daha fazlası talep edildi. Yunan tarafı, tavizleri borçların kısmi olarak da olsa silinmesi karşılığında vereceğini ima ediyordu ancak kreditörler borç silmenin gündeme getirilmesine şiddetle karşı çıktı. 
İkincisi, kreditörlerin Yunan önerisi üzerinde yaptıkları düzeltmeleri, Yunan tarafını aşağılarcasına basına sızdırmaları. Görüşmeler sürerken kreditörler sürecin her aşamasında değişiklik önerilerini basına sızdırarak Yunan tarafını baskı altına almak istediler. Sonuçta bu taktik ters tepti.
Üçüncüsü, Çipras’ın, ekibinin önerdiği bu taslağı Syriza’ya kabul ettirebilse ve parlamentodan geçirebilse dahi, siyasi geleceğinin sonlanacağının neredeyse kesin olması. Referandum kararını, Syriza’nın baştan itibaren aklında olan bir stratejinin parçası değil, son anda yapılan bir manevra olarak görüyorum. Geç de olsa alınan karar doğru.

Taraflar ne istiyordu?
Yunanistan’da 2008’den itibaren çok büyük bir ekonomik daralma yaşanıyor. Gerek 2010’daki gerekse 2012’deki Troyka planları eksiksiz uygulanmasına rağmen bu gidişi durduramadı. Milli gelir 2009’a göre neredeyse yüzde 25 daraldı.
Bunun temel nedeni, başını Almanya’nın çektiği kemer sıkma koalisyonunun önerdiği politikalar. Görüşmelerde kreditörlerin önerileri bu çizginin devamı niteliğindeydi. Harcama daraltıcı önerilerle kamu maliyesinin disipline edilmesi istendi. Buna karşılık Syriza önerisi, harcama daraltıcı önlemleri de içerse de esas olarak gelir artırıcı önlemleri içeriyordu. Kilitlenme, memur ve emekli maaşları ile şirketlere konulması önerilen vergilerde yaşandı.

Tüm kozlar oynanacak
Referanduma kadar taraflar tüm kozlarını oynayacak. İlk olarak Yunan tarafı 30 Haziran’daki son borç ödeme tarihinin referandum sonrasına ertelenmesini talep edecektir. Gelecek bir hafta boyunca Troyka’nın Yunanistan’da bankalara hücum etmeyi tetikleyecek hamleler yaparak bir panik havası yaratması ve seçmen üzerinde bir baskı yapması çok muhtemel. Zaten görüşmeler sırasında hatırı sayılır miktarda para çıkışı oldu. Bunun sürmesini bekleyebiliriz. Syriza’nın referandumda “hayır” kampanyası yapacağı belli gibi. Ancak “hayır” kampanyası, sonrasında neler yapılabileceğine dair bir programla desteklenmeli.
Olası bir “hayır” kararı kabus senaryosu değil. Kabus, 2008’den beri milli gelirin dörtte birinin daralmasıyla ve çığırından çıkmış işsizlikle yaşanıyor zaten. Avro’dan çıkışı da içerecek bir alternatif programın uygulanması halindeki sosyal maliyet, Troyka programının sürdürülmesine göre rahatlıkla tercih edilebilir düzeyde.

Şimdi ne olacak?
1- Anlaşma sağlanamadığı için Yunanistan’da sermaye kontrolleri uygulamasının yarın başlama olasılığı yüksek. Bu da piyasalarda satışlara neden olacak.
2- 7.2 milyar Avro’luk yardım verilmediği için Atina, 30 Haziran’da IMF’ye 1.6 milyar Avro’luk borcunu ödeyemeyecek, ödeme tarihinin ertelenmesini isteyecek.
3- Bakanlar Kurulu referandum kararı aldı. Şimdi parlamentoda yapılacak oylamada 151 milletvekilinin onayı gerek. Referandumun geçerli sayılması için halkın yüzde 40’ının sandığa gitmesi şart.
4- Referandum kararı Syriza hükümetinin de geleceğini belirleyecek. Karara muhalefetten tepki yağarken, PASOK Partisi erken seçim talep etti.

Yunan halkı ATM'lere koştu
Yunanistan’da referandum kararı, Yunan bankalarına ilişkin sermaye kontrolleri gerçekleşeceği endişesini de beraberinde getirdi. Kararın açıklanmasıyla Yunan halkı bankalara akın etti. ATM’ler önünde uzun kuyruklar oluştu. Yunanistan’ın temerrüde düşme riskinin artması ile bankalarda yüksek düzeyde mevduat çıkışları yaşanıyor. Yunanistan Merkez Bankası mevduatların mayıs sonu itibarıyla 3.8 milyar Avro düşüşle 129.9 milyar Avro’ya gerilediğini açıkladı. Bu miktar, 11 yılın en düşük seviyesi. Mevduatlar Kasım 2014’ten bu yana yüzde 21 oranında eridi.