29 Kasım 2015 Pazar

Küresel Kriz, 64. Hükümet Programı ve Yeni Ekonomi Kabinesi: “Utangaç” Kalkınmacılık!

Geçen Nisan ayında yazdığım bir yazının başlığı “AKP, TÜSİAD ve Küresel Kriz: Yeni Bir Kalkınmacı İttifaka Doğru (mu?)” idi. Yazının yazıldığı sırada küresel krizin yeni aşamasına geçildiğini biliyor, fakat henüz 7 Haziran ve 1 Kasım’ın sonuçlarını bilmiyorduk. Yazı, küresel ekonomideki yapısal dinamiklerin aktörlerin seçimleri üzerinde etkili olabileceği, en azından seçenek alanını yeniden tanımladığı düşüncesinden hareket ediyordu. Bu yazıda Nisan’da kaldığımız yerden devam ederek 64. Hükümet’in bileşimini ve programını ana hatlarıyla değerlendireceğim.

Ekonomi Yönetiminde Koalisyon Kuruldu!

Yeni kabine ile ekonomide 13 yıllık Ali Babacan dönemi kapandı ama Mehmet Şimşek bu çizgiyi temsilen ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak göreve getirildi. Ne var ki ekonomiyle ilgili diğer kilit bakanlıklarda değişim var. Genel olarak baktığımızda yeni ekonomi yönetiminin farklı sermaye kesimleri arasında bir koalisyon olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu koalisyondaki hakim unsurun büyük sermaye olduğuna şüphe yok



Özellikle uluslararası yatırımcılar ekonomi yönetiminde 2002’den itibaren uygulanan “yatırımcı dostu” politikaların devamını bekliyordu ve kabinede bunu garantileyecek bakanları görmek istiyordu. Mehmet Şimşek ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı koltuğu ile Hazine’den sorumlu olacak ve diğer ekonomi bakanlıklarının koordinasyonu sağlayacak. Şimşek’in en önemli özelliği, Maliye Bakanlığı görevi sırasında hem TCMB bağımsızlığına hem de mali istikrara önem vermesi. Şimşek’in yeni görevi, uluslarararası entegrasyon seviyesi yüksek, büyük sermaye kesimlerinin çıkarlarının yeni kabinede korunacağını gösteriyor. Şimşek’in işlevinin bu olacağı, hükümet programında merkez bankası bağımsızlığına yer verilip verilmediği tartışmasına hızlıca yaptığı müdahaleden şimdiden anlaşılıyor.



Ekonomi Bakanı olarak Mustafa Elitaş’ın tercih edilmesinin anlamı ise Anadolu sermayesi olarak da adlandırılan daha küçük ölçekli sermaye kesimlerinin çıkarlarının temsil edileceği mesajının verilmesi. Maliye Bakanı olan Naci Ağbal, maliye kökenli bir bürokrat olarak, 2000’li yılların neoliberal mali disiplin politikasının uygulayıcılarından biriydi. Bu anlamda maliyede Şimşek çizgisinin sürmesini bekleyebiliriz. Cevdet Yılmaz Kalkınma Bakanlığı, Binali Yıldırım ise Ulaştırma Bakanlığı koltuklarını korudu. Berat Albayrak’ın Enerji Bakanlığı görevi ise madencilik, HES’ler ve enerji dağıtım ihaleleri gibi alanların doğrudan Saray tarafından düzenlenmek istendiğini ifade ediyor.

Küresel Kriz Derinleşirken!
Önümüzdeki dönemde yeni kurulan hükümeti önemli sorunlar bekliyor. Dünya geneline baktığımızda ABD dışında ekonomik büyüme 2008 krizinden beri bir türlü toparlanamadı. Uluslararası kurumların yaptığı tahminlere göre 2016 yılında dünya ekonomisi 2015’ten daha iyi olmayacak. Küresel krizin gelişimine baktığımızda, 2012’den itibaren etkilerinin hissedilmeye başlanan küresel krizin 3. aşamasının gelişmekte olan ülkeleri vuracağı görülüyor. Zira Türkiye ekonomisinin de 2012’den itibaren yavaşlamaya başladığının ve yüzde 3 seviyesinde bir büyümenin güçlükle yakalandığının altını çizmek gerekiyor.

Kaynak: The Economist, http://goo.gl/LZzz0Y

Aralık ayında yapılması beklenen FED faiz artışının, özellikle “yükselen piyasalar” için ciddi sonuçları olabilir. Daha da önemlisi, sermaye hareketlerinin tersine dönmesinin, tek seferlik yaşanacak bir şoktan ziyade, daha uzun vadeye yayılacak bir süreç olma ihtimali var. Böyle bir ortamda 2000’li yıllar boyunca ABD’deki kredi genişlemesinin, 2008 krizi sonrasında da krizden çıkış için hayata geçirilen miktarsal genişleme programlarının sağladığı olanaklarla kurulan neoliberal popülist rejimlerin sarsılması gündeme gelebilir.

Hükümet Programı ve “Utangaç Kalkınmacılık”
Önümüzdeki dönemde artık 2000’li yıllardaki gibi, bir yandan sert neoliberal program uygulayıp diğer yandan bunun ortaya çıkarabileceği toplumsal hoşnutsuzlukları kredi genişlemesi ve sosyal yardım programlarıyla törpüleme olanağı ortadan kalkmaya başlıyor. Bu yeni durumda neoliberal popülizmlerin önünde iki seçenek kalıyor. İlki sosyal yardım ve kredi genişlemesi yanları törpülenmiş bir neoliberal programı uygulamak – bunu yapıp da iktidarda kalabilen bir hükümet olmadı. İkincisi ise “utangaç kalkınmacılık” olarak adlandırdığım politikalara yönelinmesi. Bunun anlamı şu: Küresel krizin derinleşmesi nedeniyle  dış ticaretin zaten çöktüğü bir ortamda iç talebin giderek daha fazla öne çıktığı, kısmi ve sınırlı da olsa ithal ikameci uygulamaların gündeme geldiği bir süreci yaşayabiliriz. ,
Örneğin asgari ücret artışı gibi uygulamaları bu çerçevede düşünebiliriz. Yine hükümet programında üretimin ithalata olan bağımlılığını azaltmak üzere formüle edilen Girdi Tedarik Stratejisi, İthalata Olan Bağımlılığın Azaltılması Öncelikli Dönüşüm Programı gibi tedbirlerin sıralanması ve Dahilde İşleme Rejimi’nin yeniden düzenleneceğinin belirtilmesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Artan Jeopolitik Riskler
Bölgede giderek artan jeopolitik riskler Türkiye ekonomisi açısından kritik bir öneme sahip. Özellikle Rus uçağının düşürülmesi sonrası artan güvenlik riskleri nedeniyle petrol fiyatlarında yaşanan artışın sürekli olup olmayacağı önemli. Zira bir süredir petrol fiyatlarının düşük seyretmesi, cari açık ve enflasyon gibi temel sorunların daha da kötüleşmesini engelleyen bir faktör olarak işliyordu. Petrol fiyatlarındaki düşüş dünya genelinde ekonomik büyümenin yavaşlamasının bir sonucu ve küresel krizin derinleşmesinin bir belirtisiydi. Bu süreçte temel bir değişiklik yok, ama petrol arzının daraltılması fiyatları tekrar yükseltebilir.


Geçtiğimiz hafta petrol fiyatlarının 40 doların altına düşme ihtimali sonrasında Suudi Arabistan şimdiye kadarki tavrını değiştirerek, petrol fiyatına istikrar kazandırılması için OPEC ülkeleriyle işbirliği yapacağını ilan etti. Buna ek olarak Ortadoğu’da siyasi gerginliklerin tırmanması ve sıcak çatışma alanlarının artması petrol fiyatlarının artmasına, bu da Türkiye ekonomisinin petrol ve doğalgaz ithalatına olan bağımlılığından dolayı, yaşanan ekonomik sorunların hızla derinleşmesine neden olabilir.

2016'ya Girerken Sıkıntılar Sürüyor
2016’ya girerken ekonomik büyümede yavaşlamanın ve işsizlikteki artışın sürdüğünü görüyoruz. Önümüzdeki dönemde, merkez bankasının FED faiz artışına paralel olarak hareket edeceğini öngörebiliriz. Bunun nedeni, TCMB’nin faiz artışı yapmadığı bir ortamda döviz kurunun değerlenmesi ve bunun ithalat kanalıyla enflasyona yansıması ihtimalinin yüksek olması. Olası faiz artışı, inşaat sektörü gibi faiz hareketlerine duyarlılığı yüksek olan sektörlerde hissedilecek. Bu olumsuz riskler karşısında yeni hükümetin elindeki en önemli koz kamu bütçesinde bir ekonomik genişleme politikası için halen manevra alanının bulunması. Buna ilave olarak programda yer alan önlemlere bakıldığında Kredi Garanti Fonu’nun işlevinin ve Hazine garantisinin kapsamının genişletilmesi gibi önlemler kriz karşıtı politika çerçevesinde ele alınabilir.

-----------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı daha önce Başlangıç Dergi’nin web sitesinde yer aldı. 
Erişim: http://baslangicdergi.org/64-hukumet-programi-utangac-kalkinmacilik/

13 Kasım 2015 Cuma

Merkez Bankası Tartışmaları Üzerine Bir Not

1 Kasım seçimleri sonrasında ekonomi yönetiminin nasıl şekilleneceği ve yeni hükümetin temel önceliklerinin neler olacağı bir tartışma konusu olarak varlığını koruyor. Bu süreçte özellikle merkez bankasının konumu yeniden gündeme geliyor. Örneğin açıklanması seçim sonrasına ertelenen AB İlerleme Raporu'nda merkez bankası bağımsızlığının erozyona uğradığının altı çiziliyor. Konuyla ilgilenenlerin hükümete eleştirileri de bu çerçevede şekilleniyor. Bu vesile ile tartışma hakkında iki noktanın altını çizmek istiyorum.


İki Farklı Merkez Bankacılığı Rejimi
Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda Refet Gürkaynak hoca 2009 öncesi ve sonrasında iki merkez bankacılığı rejimi olduğunu söylüyor:
"2009’a kadar Merkez Bankası enflasyon biraz arttığında kuvvetle faiz artırıp enflasyonu kontrol ediyor. 2009’dan sonra başka türlü bir tepki veriyor. Enflasyon epey artıyor faizler çok az artıyor bu da yetmiyor enflasyonu kontrol etmeye. Dolayısıyla burada iki merkez bankacılığı rejimi olduğunu veride de görebiliyoruz." 
Refet hoca söyleşide, bunun nedeninin merkez bankası üzerindeki siyasi baskı olduğunu ve aslında bankanın enflasyonu düşürecek teknik donanımda olduğunu ancak bu baskı nedeniyle faiz aracını kullanamadığı anlatıyor.
"... hala eline imkan verildiği zaman, kendisine izin verildiği zaman bu ekonomideki enflasyonu rahatlıkla kontrol edecek olan bir kurum. Şu anda sadece ekonomi politik konuşuyoruz. Türkiye siyaseti bu kuruma kanuni görevini yapma iznini verecek mi vermeyecek mi?" 
Kısacası, işleri teknik olarak halletmek mümkün ancak siyasetin müdahalesi bunu engelliyor. Bu aslında ana akım merkez bankacılığının temel amentülerinden biri. Temeli, ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması gerektiğine dayanıyor. Nedeni, siyasilerin yeniden seçilebilmek için ekonomik büyümeye öncelik verdiği, bunun ise enflasyonu kontrol altında tutmayı zorlaştırdığı. Bu çerçeve kendi içinde tutarlı gibi görünüyor ancak temel varsayımında sorunlar var. Gerçek hayatta ekonomi ile siyaset hiç bir zaman ayrı olmadı, olmayacak da!



Siyasi Etki ve Ekonomik Konjonktür
Her ne kadar öyle olduğu iddia edenler olsa da, merkez bankacılığında evrensel kurallar yoktur. Zaten merkez bankacılığın bilim kadar sanat olduğu söylemi de buradan gelir. Bunun farklı nedenleri var ancak temel olarak para ile meta arasındaki bağlantının koptuğu ve kredi paranın egemen olduğu bir ekonomik yapıda parasal istikrarın sağlanmasının zorlukları. Bu yapısal zorluklar dahilinde merkez bankaları kriz karşıtı politikalar uygulayarak parasal istikrara ulaşmaya çalışıyorlar. Bu genel anlamda emek karşıtı bir çerçevede şekilleniyor.

Bu tartışmanın teorik kısmını bir kenara koyarak söyleşiye dönersek, Refet hocanın önerdiği çerçeveye ilgili iki noktanın altını çizmek istiyorum. İlki, hoca merkez bankası 2009 öncesinde enflasyon artınca faiz arttırabiliyor ikincisinde arttırmıyor, bunun sebebi siyasi diyor. Ancak 2009 sonrasında faiz artışı konusunda merkez bankasının elini bağlayan ne kadar siyasi ise, öncesinde elini rahatlatan da o kadar siyasi idi. Bunun nedeni para politikasının teknik ve nötr değil siyasal-iktisadi bir alan olması. İkincisi, 2009 öncesi ve sonrasındaki ekonomik konkonktürün yapısal olarak farklı olması. İlki genişleme, ikincisi daralma dönemi. İlkinde faiz artışının siyasi maliyeti görece düşük ancak ikincisinde yüksek. 

Küresel krizin derinleştiği bir atmosferde merkez bankalarının açmazları daha da artacak. Bir yandan krizin aşılmasının para politikası ile gerçekleştirme yoluna gidilmesi ve merkez bankalarının elindeki seçeneklerin giderek daralması süreçlerini yaşıyoruz. Diğer yandan farklı bir finans kurgusunun nasıl olabileceği ile ilgili öneriler yavaş da olsa geliştiriliyor. Takip edip tartışmayı sürdüreceğiz.