23 Mart 2016 Çarşamba

2016 Başında Dünya Ekonomisi ve Türkiye: Kriz Dinamikleri, Eğilimler ve Çelişkiler

2016’nın Ocak ayının ikinci yarısında Davos’ta gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu toplantısı, 2016’nın ilk günlerinde dünya genelinde yaşanan borsa çöküşlerinin gölgesinde yapıldı. Zaten forumun beş ana temasından üçü doğrudan küresel ekonomik krizle ilgiliydi. Kapitalizmin geleceğine dair umutları diri tutmanın temel amaç olduğu Davos zirvesinde dahi küresel krizin bu denli önemli bir yer kaplaması, meselenin ne denli ciddi olduğunu gösteren bir işaret. Bu yazıda 2008’de ABD’deki dev yatırım bankalarından biri olan Lehman Brothers’ın batmasıyla patlak veren ve halen süren küresel ekonomik krizin ana hatlarıyla gelişimi ve 2016 itibariyle beklenen güncel gelişmeler konu ediliyor. Bu bağlamda Türkiye ekonomisinin 2016 serüveni de kısaca ele alınacak. Bu durum tespiti için bir adım geriye çekilip 2008 öncesini kısaca hatırlamak gerek. [1]


ABD’nin Krizi
ABD’de 1990’lı yıllarda oluşan yeni kurumsal mimariyle finansal sistem toplumla farklı bir bütünleşme aşamasına geçti. Yeni finansal mimarinin iki temel özelliği vardı. Bunlardan ilki menkul kıymetleştirme işlemleriyle borcun metalaşması ve ikincisi de firmaların üstlendikleri risklerin transferini mümkün kılan finansal yenilikler sayesinde firmaları daha riskli yatırımlara yönlendiren bir teşvik yapısının oluşması idi. Bu iki hamle sonucunda, o döneme kadar ABD konut piyasasından dışlanmış işçi sınıfının en yoksul kesimleri sisteme içerildi. Bu elbette borç veren finansal sistem açısından “riskli” bir yatırımdı. Zira verilen kredinin geri dönmeme olasılığı oldukça yüksekti. Ancak bu riske rağmen yatırımları mümkün kılan, FED’in uyguladığı düşük faiz politikası gibi etkenlerin yanında yeni finansal mimarinin gelişimi ve nihayetinde finansal yenilikler sayesinde bu risklerin transfer edilebileceği düşüncesiydi. Ancak teorik çerçevesinin “etkin piyasa hipotezi” tarafından çizildiği bu genişleme süreci 2008’de tam anlamıyla iflas etti. Bu iflas aynı zamanda kapitalizmin tarihindeki dördüncü (1870’ler, 1929, 1970’ler ve 2008 sonrası) büyük ekonomik kriz dalgasının başlangıcını simgeliyordu.

Avrupa’nın Krizi
1990’lı yıllarda oluşan yeni finansal mimarinin mekanı sadece ABD değildi. 1990’lardaki Asya Krizi sonrası sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonucu geç kapitalistleşen ülkelerin hemen hemen tamamı küresel finansal ağlara dahil olmuştu. Uluslararası finansal sisteminin bütünleşik yapısı, genişleme döneminde sermaye hareketlerini kolaylaştırarak karlılığı artırıcı bir alt yapı sunarken, kriz dönemlerinde sistemin bir yerinde ortaya çıkan bir sorunun hızla diğer alanlara sıçraması riskini beraberinde getirdi. Bu yapı içinde ABD’de patlak veren kriz, ilk olarak ABD pazarıyla en çok bütünleşmiş olan Avrupa’ya sıçradı.
Küresel ekonomik krizin ikinci aşaması olan bu süreçte kriz Avrupa’ya vardığında, firma iflasları aşamasından devletlerin iflası aşamasına geçilmiş oldu. Bunun temel nedeni, batan firmaların devlet tarafından kurtarılması, yani firma zararlarının kamu bütçesinden karşılanmasıyla toplumsallaştırılması idi. Firma kurtarmalarının kamu bütçesine getirdiği ek yükler borçlarının çevrilememesi sorunlarını gündeme getirdi ve krizin Avrupa’daki görünümü borç krizi oldu.
ABD’den farklı olarak krizin Avrupa uğrağında sert bir kemer sıkma programı, krizden çıkış için çözüm olarak önerildi. Bu reçete başını Alman sermaye kesimlerinin çektiği Avrupa’daki finans kapital tarfından üzerinde uzlaşılmış bir programı ifade ediyordu. Örneklerini 1980 sonrasında IMF koşullu kredileri aracılığıyla uygulanan “birikim modeli ihracı” süreçleri Avrupa içinde tekrarlandı. Borçlu ülkelerin borçlarının yeniden finanse edilmesi karşılığında her bir borçlu ülkenin birikim modeli emeği disipline etme temelinde yeniden düzenlendi.
Bu reçeteye karşı gelişen tepkilerin en kuvvetli olduğu Yunanistan’da 2015 başında iktidara gelen Syriza, 6 aylık süreç sonucunda tam anlamıyla havlu attı ve kemer sıkmanın bir uygulayıcısı haline geldi. Ancak Yunanistan’da dahi süreç henüz sonlanmış değil. Zira Yunan halkı geri ödenmesi mümkün olmayan bir borç yükü altında eziliyor. İspanya’da Kasım 2015’te yapılan genel seçimler sonucunda halen yeni hükümetin kurulamamış olması, kemer sıkma paketinin uysal öğrencisi Portekiz’de işlerin tersine dönmesi ve İngiliz İşçi Partisi’nin başına kemer sıkma karşıtı bir başkanın geçmesi gibi gelişmeler, Avrupa için  2016’daki gelişmelerin kritik olacağını gösteriyor.

“Yükselen Piyasaların” Düşüşü
2014 yılına gelindiğinde, küresel krizin üçüncü aşamasının mekanının Küresel Güney olacağı belirginleşmişti. Küresel ekonomik krizin ilk patlak verdiği 2008’de Küresel Güney ülkelerinde bir yıllık daralmanın ardından yeniden yüksek büyüme oranlarının yakalanmış olması, piyasa yorumcularını iştahlı yorumlar yapmaya sevk etmiş ve artık dünya ekonomisinde büyümenin taşıyıcısının geç kapitalistleşen ülkeler olacağı ilan edilmişti (de-coupling tartışması). Türkiye’ye bu görüş krizin “teğet geçmesi” olarak aktarıldı. Bu süreci mümkün kılan merkez ülkelerin krize verdiği tepki idi. Merkez ülkelerde hızlı ve sert faiz indirimi ve miktarsal genişleme olarak iki sütun üzerine inşa edilen politika tepkisinin geç kapitalistleşen ülkelere yansıması, muazzam miktarda fon girişi yaşanması oldu. Dolayısıyla 2000’lerin başından itibaren merkez ülkelerdeki kredi genişlemesi sayesinde görece yüksek büyüme oranları yakalayan Küresel Güney ülkeleri, 2008-9 kesintisi ardından  yeniden hızlı büyümeye devam ettiler. Ta ki 2012 sonuna kadar. Özellikle 2013 itibariyle ABD’nin miktarsal genişleme politikasına son vereceğini ve ılımlı da olsa yeniden faiz artırımına gidebileceğini ilan etmesi yükselen piyasaların düşüşünün başlangıcı oldu.
Küresel krizin üçüncü aşamasının karakteristik özelliği, “yükselen piyasa ekonomileri” kategorisinde yer alan (Hindistan dışındaki) ülkelerde ekonomik büyümenin tempo kaybetmeye başlamasıdır. Bu süreçte dünya ekonomisi açısından en kritik gelişme kuşkusuz Çin ekonomisinin yavaşlamayı sürdürmesidir. 2008-9 çöküşünü dahi ufak bir sarsıntıyla atlatan Çin ekonomisinde, ekonomik büyüme oranı krizden itibaren istikrarlı bir şekilde azalmaya devam ediyor. Çin büyümesindeki tempo kaybı, Çin ekonomisinin dünya ekonomisinde kapladığı büyüklük nedeniyle sadece Çin’i değil, geri kalan ülkeleri de etkiler düzeyde. Bu etkilerin en önemli görünümü petrol ve emtia fiyatlarındaki rekor düşüşlerde görülüyor. Çin’in yanı sıra Rusya’da ekonomik daralmaya, reel ücret düşüşleri ve yerli paranın değersizleşmesi eşlik ediyor. Brezilya ekonomisi ise resmen resesyona girmiş durumda.

2016 İçin Kritik Gelişmeler: Aktüel Bir Kriz Konjonktürü
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IFF) açıkladığı veriler, yükselen piyasa ekonomilerinin düşüşünün bu ülkelerden 2013’te başlayan sermaye çıkışı ile ilişkili olduğunu, 2014 ve 2015’te bu çıkışın rekor düzeye ulaştığını gösteriyor. IFF’nin tahminleri Küresel Güney’den sermaye çıkışının 2016’ta da devam edeceğini gösteriyor. Sermaye hareketlerine son derece duyarlı hale getirilmiş ülke ekonomileri için sermaye çıkışının en önemli sonuçlarından biri ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi. Bir diğeri de yerel paraların dolar karşısında değersizleşmesi.
Bu iki dinamiğe dünya ticaretindeki daramayı da eklediğimizde, 2016 için Küresel Güney’de aktüel bir kriz konjonktürüne girildiği söylenebilir ancak krizi tetikleyecek somut gelişmelerin nereden geleceğini kestirebilmek mümkün değil. Elbette Küresel Güney, homojen bir kategori değil. Örneğin petrol ihracatçıları ile ithalatçıları, dış ticarete bağımlı küçük ülkeler ile güçlü iç pazarı olan büyük ülkeler gibi farklılıklar mevcut ve bu farklılıklar krizin gelişimini etkileyecek düzeyde.
Küresel Güney’deki kriz dinamikleri, ABD ekonomisindeki gelişmelerden bağımsız değerlendirilemez. 2015’in Aralık ortasında ABD’de açıklanan bir dizi “ilginç” veri, merkez bankası FED’in faiz artışı kararının gölgesinde kaldı ancak bunlar 2016 için önemli idi. Bunlardan ilki, ABD’deki finansal mimarinin kritik unsurlarından biri olan gölge bankacılık sisteminden gelen alarm sinyalleri oldu. Buna göre Aralık ayında ABD’deki gölge bankacılık alanında faaliyet gösteren üç önemli finansal kurum battı. Çöp kağıtlar (junk bonds) olarak adlandırılan yüksek risk karşılığında yüksek getiri vaad eden finansal araçların ticaretini yapan finansal kurumlarıın batması en son 2007’de gözlenmişti.
İkincisi, sanayi üretim verisi idi. ABD Kasım ayı sanayi üretimi verisinin beklentilerin altında kaldı, hatta sanayi üretiminde Mart 2012’den beri en hızlı aylık düşüş gerçekleşti. İlginç olan Kasım verisi tek seferlik bir düşüşü değil, yaz aylarından itibaren süren düşüş trendini gösteriyordu. Bu iki gelişmeye petrol fiyatlarındaki rekor düşüş ve son enflasyon verisi (Aralık 2015’te -0.1) de eklendiğinde, FED’in 2016 içinde yapacağını ilan ettiği dört faiz artışının hayata geçmesi şüpheli hale geldi.
ABD’deki faiz artışı sürecinin olası etkilerinin neler olacağı üzerine yapılan tartışmalar yoğunlaşarak sürüyor. Bu bağlamda ABD ekonomisinin yeni bir finansal krizin eşiğinde olup olmadığı yeniden gündeme geldi. Özellikle 1929 krizi sonrası FED’in krizden çıkıldığı düşüncesiyle faizleri 1937’de artırmasının ardından yeniden büyük bir çöküşün yaşanması, güncel bir uyarı olarak dolaşıma sokuldu. Zira 1937 çöküşü sonrasında kriz ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında sonlanmıştı!
ABD ekonomisinde yeni bir finansal krizin patlak vermesi durumu, iki nedenle dünya ekonomisi açısından tam bir yıkım anlamına gelebilir. İlki, faizlerin sıfır olduğu ve trilyonlarca doların piyasaya sürüldüğü bir ortamda yeni bir kriz patlak verdiğinde bu sefer FED’in elinde krize müdahale için herhangi bir silah kalmamıştır. İkincisi de, dünya ticaretinin daralması, Avrupa’da bir türlü krizden çıkılamaması ve Küresel Güney’de ekonomik büyümenin tempo kaybetmesi gibi gelişmeler, ABD’de gerçekleşecek olası bir finansal kriz, dünya genelinde neoliberal kurumsal ve ekonomik yapının tamamen çökmesi anlamına gelecektir. Bu andan sonra mevcut siyasal iktisadi paradigma içinde kalınarak yeni bir krizin karşılanması imkansız hale getirmiştir.

Türkiye Ekonomisi: İstikrarsızlıkta İstikrar!
Tüm bu gelişmelerin yaşandığı dönemde Türkiye ekonomisinin gelişimine baktığımızda, süreci genellikle yapıldığı gibi iki alt dönemde ele alabiliriz. İlki 2001 krizi ile 2008 krizi arasındaki dönem, ikincisi de 2008 krizi sonrasından günümüze kadar geçen süre. İlk dönemi karakterize eden temel özellikler üç başlıkta toplanabilir. İlk başlık emek piyasalarının yeniden düzenlenmesiyle ilgilidir. Bu alanda ücretlerin bastırılması, özelleştirmelerle güvenceli istihdam biçimlerinin azaltılması ve yeni iş yasasıyla emek piyasalarının esnekleştirilmesi gibi oldukça kritik uygulamalar hayata geçirildi.
İkinci başlık devletin kurumsal yeniden yapılanmasıydı. Bu başlıkta ekonomi yönetiminin depolitizasyonu olarak adlandırabileceğimiz bir dizi kurumsal reformlar yapıldı. Merkez bankasının bağımsızlaşması ve bağımsız düzenleyici kurumların oluşturulması bu yeni kurumsal düzenlemeler arasındaydı. Bu düzenlemelerle ekonomi politikasının büyük ölçüde siyasal tartışmanın dışında konumlandırılması amaçlandı. Örneğin ücret artışları merkez bankasının belirlediği enflasyon hedefine endekslenerek belirlendi.
Üçüncü başlık da dünya konjonktürünün etkileri idi. 2001 ile 2008 arası dönem FED’in izlediği para politikası nedeniyle ucuz kredi olanaklarının bol olduğu bir dönemdi. Buna ek olarak Türkiye’nin IMF ile yürüttüğü istikrar programı ve AB’ye üyelik müzakerelerine başlanmış olması gibi etkilerle yabancı sermaye girişleri daha önce görülmedik şekilde arttı. Kısacası, iki kriz arasında Türkiye ekonomisi görece hızlı ekonomik büyümenin yaşandığı bir dönem geçirdi. Ancak bu dönem, çalışanlar açısından giderek güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması ve ücret artışlarının neredeyse dondurulmuş olması bakımlarından olumsuz yıllardı.

2008 Krizi Sonrası: Ekonomik Büyümenin Yavaşlaması
İkinci dönemin en önemli özelliği ise ekonomik büyüme temposunun giderek yavaşlıyor olmasıydı. Gerçekten de, 2009 yılında ABD’deki krizin etkileri nedeniyle şiddetli bir şekilde daralan Türkiye ekonomisi, 2010 ve 2011’de hızlı büyüme oranları yakalasa da takip eden yıllarda ekonomik büyümenin giderek yavaşlamaya başladığı görülebilir. Ancak işçi sınıfı açısından 2008 krizi sonrası dönemin en önemli özelliği, çalışanların reel ücretlerinde bir artış olmamasına rağmen tüketim sevilerinde görülen artıştır. Bunun temel nedeni ise krizden çıkış için uygulanan tedbirler çerçevesinde merkez bankasının uyguladığı düşük faiz politikası ile borçlanmanın kolaylaştırılmasıdır.
Bunun sonucunda reel gelirleri artmayan geniş toplum kesimlerini hayat standartlarını korumak için giderek artan bir şekilde borçlanmaya gittiler. Üçte ikisi ücretlilere ait olan tüketici kredisi borçları 2002 yılında 2 milyar civarındayken 2013 sonunda 240 milyar dolara ulaştı ki bunun yarıya yakınını konut kredileri oluşturuyordu. Artan bireysel borçlanma yoluyla çalışanların finansal sistemle bu şekilde bütünleşmesinin birkaç önemli sonucu oldu. Bunlardan ilki borçluların kaderleri giderek artan bir şekilde ekonomik istikrarın varlığına bağlı hale geldi. Bunun anlamı, AKP hükümetinin istikrar vaadinin karşılık bulduğu geniş kesimlerin yaratılmasıydı. İkincisi, uzun vadeli borçlanma olanaklarının sağlanıyor olması, çalışanları sisteme bağlayan görünmeyen zincirler olarak işlev görmeye başladı. Son olarak borçların geri ödenebilmesi için daha fazla çalışma “yeni normal” halini aldı.
İkinci olarak kurumsal yapıya baktığımızda, özerk kurumların ve merkez bankasının kriz koşullarına göre yeniden organize edildiklerini görebiliriz. Bu çerçevede önceki dönemden farklı olarak ekonomi yönetimi deyim yerindeyse “otomatik pilottan” manuel yönetime geçti. Bu süreçte uluslararası kurumlarla eşgüdümlü bir şekilde gündeme getirilen makroihtiyati politikalar ile sürece müdahale edildi, fiyat istikrarı yanında finansal istikrar da gözetilen bir hedef olarak tespit edildi. Yasal olarak merkez bankasının öncelikli hedefi enflasyonu düşürmek olsa da, kriz konjonktüründe fiili olarak öncelikli hedef ekonomik büyümeyi desteklemek olarak revize edildi.
Son olarak uluslararası konjonktürün etkilerini değerlendirdiğimizde, özellikle ABD’de krizden çıkış için uygulanan kurtarma paketlerinin, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler açısından yeniden ucuz kredi olanaklarının bollaştığı ve borçlanma maliyetlerinin giderek düştüğü bir dönemin yaşanması anlamına geldiğini görebiliriz. Zaten Türkiye’de 2009 sonrası ekonomik canlanmanın ve işçi sınıfının finansal sistemle entegrasyonunun bu denli hızlı gerçekleşmesinde, yurt dışından gelen ucuz kredi olanaklarının olması hayati rol oynadı. Ancak bu süreç 2013’te sonlandı ve 2015 itibariyle süreç tersine işlemeye başladı, net sermaye çıkışları yaşandı. 2016’da bu trendin devam etmesi bekleniyor. 

“Utangaç Kalkınmacılık”: Paradigma Değişikliği (mi?)
Sermaye çıkışlarının yaşandığı ve ekonomik büyümenin tempo kaybettiği bir ortamda iktidara gelen 64. Hükümet ile birlikte ekonomik yönetiminin farklı arayışlara girdiği görülmektedir. Buna göre 2016 için hükümetin aldığı ekonomik önlemlerin tamamı kriz karşıtı bir çerçevede iç talebi canlandırıcı politikalar olarak görülebilir. Bu politika çerçevesi kamu harcamalarının artışı, asgari ücretin yükseltilmesi ve borçlanma imkanlarının kolaylaştırılması ayakları üzerinde durmaktadır. Kısacası, kredi genişlemesine dayalı iç talebi destekleme politikası 2016 için politika yapıcıların izleyeceği ana yörüngeyi oluşturmaktadır.
2016’da uygulanacak olan bu politika çerçevesinin, ekonomi politikalarında köklü bir değişikliği yansıtıp yansıtmadığı konusu ise tartışmalıdır. Ancak işaret edilmesi gereken, iç pazar odaklı “utangaç kalkınmacı” politikaların, dünya ticaretinin daraldığı bir ortamda IMF gibi uluslararası kurumlar tarafından “yükselen piyasalara” önerilen bir çözüm olmasıdır. Bu anlamıyla 2016 itibariyle gündeme gelen politika çerçevesi mevcut dünya sistemine “rağmen” değil, onunla uyumlu bir şekilde geliştirilmiştir. Bu anlamda ekonomi politikası çerçevesindeki farklılığın neoliberalizmden sapma anlamına gelmediğinin altı çizilmelidir. Bu politika çerçevesinin ekonomi politikalarında daha köklü bir dönüşüme yol açıp açmayacağı ise, aktörlerin niyetleri kadar küresel ekonomik krizin seyrine bağlı olacak.



[1] Bu yazı Express Dergi'nin 141. sayısında yer aldı. 

10 Mart 2016 Perşembe

Avrupa Merkez Bankası Şapkadan Tavşan Çıkarabilir mi?

Avrupa Merkez Bankası (AMB) 10 Mart’taki para politikası kararları ile sürpriz yaratarak miktarsal genişleme (expanded asset purchase program) kapsamındaki menkul kıymet alım miktarını önemli ölçüde arttırdı. 2017 Mart’ına kadar devam edeceği açıklanan Avro Bölgesi miktarsal genişleme programında (devlet tahvillerini de kapsayan) menkul kıymet alımı ayda 60 milyar avro’dan 80 milyara çıkarılmış oldu. AMB aynı gün politika faizini yüzde 0,05’ten sıfıra indirdi. Aynı zamanda bankaları kredi vermeye teşvik için negatif seviyeye çekilmiş olan mevduat faizini 10 baz puan daha indirerek – 0,4’e çekti. Bankaların AMB’den borç aldıklarında ödeyecekleri faiz oranı da sınırlı bir düşüşle yüzde 0,25’e indirilirken, yatırım notuna sahip şirket tahvilleri de miktarsal genişleme programına eklendi. Bu son karar ve yeni bir finansman operasyonu duyurusu (TLTRO II) ile AMB hem bankalara hem de şirketler kesimine verebileceği desteğin sınırlarına bir adım daha yaklaşmış oldu.

Avro Bölgesi enflasyon verisinin Şubat 2016 için tekrar negatife düşmesi, başka bir ifadeyle yinelenen deflasyon ve Avro Bölgesi için kötüleşen ekonomik beklentiler bu önlemlere yol açmış görünüyor. Kısaca AMB’nin daha önce ne yaptığını ve politik yönelimi hatırlayıp bugünkü önlemlerin muhtemel sonuçlarını tartışmakta fayda bulunuyor.

Geleneksel Olmayan Önlemler Süreklileşiyor ve Sıradanlaşıyor

AMB yeniden finansman işlemleri vadesini 2008 ve 2009’da kademeli olarak arttırırken uluslararası finansal krize verdiği ilk tepki bankaların tahvillerini alarak (CBPP) kredi piyasasını korumak oldu. Tabloda[i]özetlediğim üzere bankalara verilen destek düşük faizli borç temini (LTRO) şeklinde Aralık 2011 ve Şubat 2012’de devam etti. Nihayet, hedef gözeten (reel sektöre kredi temini hedefini vurgulayan) yeniden finansman işlemleriyle 2016 ortasına kadar devam edecek bir program daha (TLTRO) tasarlandı. Menkul kıymet alımlarından uygun koşullarda kredi teminine kadar verilen desteklerin toplamı 2016 ortasında 1,6 trilyon avroyu bulmuş olacak.

AMB politika faizini 2008’de yüzde 4’ten 2009’da yüzde 1’e indirmiş ve bankalardan tahvil alımına giderken özellikle Almanya bankalarına destek sunmuştu. Ancak aynı dönemde Yunan borç kriziyle başlayan ve derinleşen devlet borcu sorunu devlet borçlanma piyasasına müdahaleleri de beraberinde getirdi. Bu müdahaleler özellikle Güney Avrupa ülkelerinin tahvillerinin miktar belirtilmeden ve bir programa bağlanmadan alınmasıyla başladı (SMP). Ancak AMB ve Bundesbank’a egemen olan temel kaygı müdahalenin mali açıdan batık devletleri kurtarmak anlamına geleceğiydi. Bu nedenle Doğrudan Parasal İşlemler (OMT) adıyla tasarlanan alımlarda aynı zamanda Avrupa İstikrar Mekanizması’nın istikrar programına tabi olunması koşulu getirildi. Bir anlamda Troyka (Avrupa Komisyonu, AMB ve IMF) ama özellikle AMB 2012 Eylül’ünde, IMF’nin 1980’ler ve 1990’larda küresel Güney’de oynadığı role soyunmuştu. Son borç verme mercii haline geleceğini açıklayan AMB açısından sorun ağır bir yeniden yapılandırma sürecine tabi kılınacak ülkenin kurtarılmasıydı ve merkez ülkelerden Avro Bölgesi’nin sorunlu coğrafyalarına kaynak transferi ya da borç silme (2012 Mart’ındaki tarihin en büyük takas işlemi istisnası dışında) söz konusu bile değildi.

Politik Yönelimde Israr ve Tükeniş

Kısaca belirtmek gerekirse Troyka açısından para politikası ve kurtarma paketlerinin tasarımı çoktandır yapısal reformun gerekli olduğu ekonomileri bu doğrultuda zorlamak gerektiği inancını yansıtıyordu. Emek piyasası reformları ve sıkı maliye politikası ile toparlanma gerçekleşebilirdi. AMB’nin para politikası ve geleneksel olmayan önlemleri bunun kolaylaştırıcısıydı. Ulusal ölçekte kemer sıkmanın sürekliliği ve yapısal reformlara, Avro Bölgesi düzeyinde finansal sektörün denetimi eklendiğinde krizin geride bırakılabileceği anlayışı ve AMB’nin “kendi kendini düzelten”[ii]mekanizmaları da barındırdığını belirttiği önlemlerinin zamanla ortadan kalkacağına yönelik iddiasına karşı planlar işlemedi.

Buna rağmen AMB’nin tercihi finansal kesime ve bankalar aracılığıyla da giderek artan oranda özel sektöre destek vermeye devam etmek oldu. Geçen süre içinde Avro Bölgesi’nde ekonominin yerinde sayması ve 2014 sonunda başlayan deflasyon sorunu nedeniyle AMB 2015’te miktarsal genişlemeye gitmek zorunda kaldı. Üstelik ekonomik durgunluk sorunun katmerlenmesine zemin hazırlıyordu. Tekrar hatırlatmak gerekirse bugün Yunanistan’ın devlet borcunun gayrisafi hasılasına oranı, 2012’de borç takasının gerçekleştiği dönemle aynı! İtalya’nın devlet borcu GSYH oranı ise Yunanistan’ın borç sorununun başladığı 2009’un son aylarındaki oranından yaklaşık 10 puan daha fazla!

Miktarsal genişlemeye rağmen, AMB Eylül 2015’te ve Şubat 2016’da fiyatların düşüşüne engel olamadı. Yukarıdaki tabloda görülebildiği üzere AMB’nin müdahale tarihçesi giderek tükenen seçenekler ve çözüm getirmeyen programlarda ısrar olarak anlaşılabilir. Ancak burada vurgulanması gereken önemli bir nokta daha var. Otoriter neoliberal zihniyet (ordoliberalizmi de barındıran bir devlet-ekonomi ilişkisi yorumu) nedeniyle AMB’nin kriz karşısındaki tepkileri en tepede alınan para politikası kararları aracılığıyla ulusal ekonomilere reform yolunu dayatmak anlamına geliyor. AMB’nin devlet borçlanma piyasasına müdahalesi genişlemeci ve çevrim karşıtı programların takip edilmesi veya kamu harcamalarının artmasa dahi yerinde saymasını kolaylaştırma amacı gütmüyor. Bu nedenle 2010 ve 2011’de SMP son derece ihtiyari ve geçici bir alım anlamına geliyordu ve 2012’de OMT oldukça ağır koşullar ve yapısal reform taahhüdüyle devlet borcu alımını öngörüyordu. 2015’ten itibaren uygulanan miktarsal genişleme programı da aynı şekilde yatırım notuna sahip devlet kağıtlarının alımını ve zarar söz konusu olursa bunun ilgili ülke merkez bankasına yıkılmasını öngörüyor. AMB’nin son kararı miktarı artırmasına karşın kamu harcamalarının artışı konusunda bir yönelim değişikliği simgelemiyor, aksine denenmiş bir yöntemde ısrar ediyor.

Şapkadan Çıkan: Gergin Bekleyiş

2. baskısı ay sonunda çıkacak çalışmamızda belirttiğimiz üzere[iii] merkez bankalarının barutu tükeniyor ve AMB’nin politika faizini daha indirme kararı bunu simgeliyor. Karar sonrasında bir banka uzmanının “Draghi, tavşanın bir kısmını şapkadan çıkardı” yorumundaki benzetmeyi kullanacak olursak şapkadan başka bir şey çıkmasının mümkün olmadığını ve durgunluk ve deflasyonun bundan sonraki seyri için gergin bir bekleyişin başlayacağını belirtmek mümkün.

AMB şirket tahvillerini işin içine katarak (ve TLRTO II aracılığıyla bankalara daha da ucuz finansman sağlayarak) kamudan esirgediğini özel sektöre vermek dışında bir önlem alamıyor. Draghi 10 Mart’taki açıklamasıyla faizlerin daha uzun bir süre bu seviyede tutulacağını belirtirken bir yandan da bankaların karlılık oranlarına olumsuz etkide bulunabilecek daha da düşük faiz oranlarından kaçınmak ve daha uygun finansman sağlamak isteğini belirtti. Elbette yaygın beklenti piyasaya pompalanan avroların kredi piyasasını canlandırması, avrodaki sınırlı değer kaybıyla ihracatı desteklemesidir. Nitekim çok sayıda piyasa oyuncusu ve finansal uzman bunlara ek olarak yeni finansman programının olumlu yanlarından da söz etme ihtiyacındadır. Ancak önceki yıllarda başlatılan geleneksel olmayan yöntemlerde olduğu üzere özel sektöre verilen desteğin ekonomiye etkisinin derecesi tartışmalıdır. Ancak şurası açıktır: AMB’nin kriz sırasındaki rolü Avrupa’da milyonlarca emekçinin yaşam standardını düşürmek doğrultusunda olmuştur. Tam da kendi politik tercihleri ve kararları aracılığıyla AMB neoliberal bir çerçevede yapabileceklerinin sonuna gelmektedir.






[i] Tablo daha önceki bir çalışmamda yer almaktadır, burada güncellenmiştir ancak TLRTO II'nin ayrıntıları belirginleşmediği için bu program dahil edilmemiştir: Güngen, A. R. (2015) “Whatever it takes? The European Central Bank’s Sovereign Debt Interventions in the Eurozone Crisis”, mimeo

[ii] European Central Bank (2011) The Monetary Policy of the ECB. ECB, Frankfurt.

[iii] Akçay, Ü. ve A. R. Güngen (2016) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği. NotaBene: Ankara.

8 Mart 2016 Salı

6 Göstergede Türkiye ve Rusya Ekonomisi: Gerilim Stratejisi Nereye Kadar?

2015 yılının sonlarına doğru düşürülen Rus uçağından sonra Türkiye ile Rusya Federasyonu arasında tansiyon artmıştı. Rusya'nın Türkiye'ye yönelik uyguladığı ekonomik yaptırımlardan sonra iki ülke arasındaki gerilim daha da şiddetlendi. Bazı çevreler petrol fiyatlarındaki düşüş nedeniyle Rus ekonomisinin zaten çöktüğü, dolayısıyla Türkiye'ye yaptırım uygulayacak bir gücünün olmadığını ileri sürüyor. Aşağıdaki 6 temel ekonomik gösterge ile Türkiye ve Rusya ekonomisi karşılaştırıldığında bu görüşü destekleyecek bir sonuca ulaşmak mümkün görünmüyor.

Faiz Oranları


source: tradingeconomics.com

Yukarıdaki grafikte görüldüğü gibi Rusya'daki faiz oranları, geçtiğimiz yıl yerli paranın çöküşü sonrasında Rus merkez bankasının art arda aldığı kararlar sonucunda sert bir şekilde yükselmişti. Rusya'da 2015 yılında yaşanan sürecin bir benzeri, 2014 Ocak ayında Türkiye'de de yaşandı. TL'nin hızlı değersizleşmesi sonucunda TCMB olağanüstü toplantı yaparak faiz oranını sert bir şekilde yükseltmişti. Güncel olarak Rusya'da faizler Türkiye'ye göre yüksek olsa da her iki ülke FED'in alacağı faiz kararına duyarlı olmaya devam edecek.

Ekonomik Büyüme


source: tradingeconomics.com

Her iki ülkedeki yıllık ekonomik büyüme rakamları karşılaştırıldığında, Rusya ekonomisinin son beş yıldır istikrarlı olarak yavaşladığı görülebilir. Bunda petrol fiyatlarının etkisi var. Ancak benzer eğilim petrol ithalatçısı olan Türkiye ekonomisi için de gözlenebilir. Türkiye ekonomisinin büyümesi henüz negatif alana geçmemiş olsa da, her iki ülkenin de küresel krizin üçüncü aşamasının etkisi altında olduğunu söyleyebiliriz.

İşsizlik Oranı


source: tradingeconomics.com

Her iki ülkedeki işsizlik oranları karşılaştırıldığında ilginç bir tablo ortaya çıkıyor. Geçtiğimiz yıldan beri ekonomisi sert bir şekilde daralan Rusya ekonomisinde işsizlik oranı, Rusya'ya göre görece yüksek bir büyüme oranı yakalayan Türkiye ekonomisinin neredeyse yarısı düzeyinde! Türkiye'de 2000'li yıllarda uygulanan ekonomik politikaların bir sonucu olarak işsizlik oranı kalıcı olarak yüzde 10'lar seviyesine oturmuş görünüyor. Türkiye'de önümüzdeki dönemde ekonomik büyüme temposunda yaşanacak bir yavaşlama, işsizliğin daha yüksek seviyelere çıkmasına neden olabilir. Zira işsizlikte trend yukarı yönlü.

Enflasyon

source: tradingeconomics.com

Geçtiğimiz yıl Rusya'daki sert faiz indirimi sonrasında, artan enflasyonun tekrar çöküş öncesi seviyelere getirilerek kontrol altına alındığı görülebilir. Buna karşılık Türkiye'de Ocak 2014'te yapılan sert faiz artışı sonrasında enflasyonun kontrol altına alınması şöyle dursun, daha arttığı görülüyor. Dolayısıyla TCMB üzerindeki faiz artışı yönündeki baskının önümüzdeki dönemde de süreceğini söyleyebiliriz.

Cari Denge


source: tradingeconomics.com

İki ülke ekonomisinde temel farklardan biri cari denge hesaplarında ortaya çıkıyor. Buna göre doğal kaynak zengini Rusya'da, petrol fiyatlarındaki sert düşüşe rağmen cari denge halen fazla verir vaziyette. Türkiye'de ise yine petrol fiyatlarının hızlı düşüşü sonrasında hızla iyileşen cari denge halen yüzde 4'lük cari açığın altına inememiş durumda. Türkiye ekonomisinin yapısal özellikleri nedeniyle ekonomik büyüme ancak yüksek cari açık ile elde edilebiliyor. Bu yapının kısa dönemde değişmeyeceği göz önüne alınırsa, petrol fiyatlarındaki artışın Rusya ekonomisine etkisi pozitif olacakken, Türkiye ekonomisine etkisi mutlak olarak negatif olacaktır.

Kamu Borcunun Milli Gelire Oranı


source: tradingeconomics.com

İki ülke ekonomisindeki farklardan biri de kamu borcunun milli gelire oranında görülüyor. Buna göre Rusya ekonomisinin petrol fiyatları nedeniyle yaşadığı çöküşe rağmen kamu borcunun Türkiye'ye göre halen oldukça düşük olduğu görülüyor. Türkiye ekonomisinde ise borcun "özelleştirilmesi" politikasının bir sonucu olarak borçlanma piyasasından kamu çekilirken, özel sektör ve hane halkı borçluluğu hızla artmakta. Buna rağmen kamu borçluluğu halen oldukça yüksek. Türkiye ekonomisinde önümüzdeki dönemde ekonomik yavaşlamaya karşı kamu harcamalarının artırılacağı düşünülürse, bu borçluluk oranının daha da yükselmesi beklenebilir.

Sonuç
Elbette, birbirinden oldukça faklı coğrafi büyüklüğü, doğal kaynak donanımı, teknolojik düzeyi ve ekonomik yapısı olan iki ülke ekonomisini sadece bu veriler üzerinden karşılaştırmak tam olarak sağlıklı bir sonuç vermeyebilir. Rusya, küresel krizin üçüncü aşamasına geçişin sancılarını yaşıyor. 2012'den beri resesyonda. Ancak bu, işsizlik, cari denge ya da kamu borcu gibi alanlarda ciddi sorunlar yaratmış gibi görünmüyor. Elbette bu sürecin devamı genel bir ekonomik çöküşe neden olabilir. Ancak bir düşünce egzersizi olarak yukarıda ele aldığım 6 temel göstergelerden çıkan sonuç, kısa dönemde Rusya'nın içinde bulunduğu ekonomik koşulların, alacağı siyasi kararlarda frenleyici bir etki yapmayabileceği yönünde.