23 Mayıs 2016 Pazartesi

Rejimin Gidişatı ‘Kriz’e Yön Verecek

Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş'ün yeni baskısı vesilesiyle Birgün Gazetesi'nden Semih Güven'in sorularını yanıtladık. Dünya ve Türkiye ekonomisindeki son gelişmeleri değerlendirdik, röportajı Kriz Notları okuyucusu ile de paylaşıyoruz.
***

ABD’de 2008 yılında patlak veren 21. yüzyılın ilk büyük krizinin etkileri tüm dünyayı alt üst etmeye devam ederken, Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen’in Nota Bene yayınlarından 2014 yılında çıkan ‘Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş’ adlı kitabı ikinci baskısını kısa bir süre önce yaptı. Biz de kitabın yazarlarına krizin boyutlarında oluşan son durumu ve Türkiye’ye ilişkin güncel gelişmeleri sorduk.[1]

*** 


Kitabın ilk baskısı Mart 2014'te yayınlandı. Şüphesiz ki ardından pek çok gelişme yaşandı ama birinci baskıdan farklı olarak 2016 Nisan’da çıkan ikinci baskıda bizi hangi konular bekliyor? Değişimi kısaca özetleyebilir miyiz? 

Ali Rıza Güngen: İkinci baskıda ABD’de krizin oluşumu, yeni finansal mimari ve kririn daha önceki krizlerle karşılaştırılması ile ilgili bölümlerde sınırlı değışiklikler yaptık. Avro bölgesi krizi ile ilgili bölümde incelediğimiz ülkelerdeki gelişmeleri 2016’ya taşıdık. Özellikle son bölümde önemli eklemeler söz konusu oldu. Bu bölümü büyük ölçüde yeniden kaleme alarak hem 2016’nın ilk aylarındaki önemli uluslaralarası finansal gelişmeleri yorumladık, hem de Türkıye ekonomisinin kriz öncesindeki ve sonrasındaki resmini çıkarmaya çalıştık. 

Krizin merkez ülkesi ABD, 2008 krizinin etkilerini bertaraf etti mi? ABD ekonomisinin son dönemde diğer gelişmiş ülkelere oranla 'sağlam' durduğu görüşüne katılıyor musunuz? 

Ümit Akçay: Kriz sonrasında ABD, özel zararın devlet aracılığıyla sosyalleştirmesi mekanizmasının en etkin işlediği yerlerden biri oldu. Bu, üç ayak üzerinden gerçekleşti. Eylül 2008’deki şokun ardından ilk olarak faizlerin sıfırlanması, ikinci olarak iflas etme sınırında olan (finansal ve finansal olmayan) firmaların kurtarılması ve sonrasında da miktarsal genişleme uygulamaları hayata geçirildi. İstihdama katılım oranının düşmesi ve çalışanların düşük ücretli - yarı zamanlı işlere yönlendirilmesi sonucunda işsizlik önemli oranda düşürüldü. Ancak bu nispi toparlanmayı mümkün kılan ABD’nin hegemonik devlet olmayı sürdürebilmesi, dolayısıyla da rezerv parayı basan ülke olma ayrıcalığını korumasıydı. 


ABD Merkez Bankası Fed'in beklentilere rağmen 2016'da faiz artırımına henüz gitmediğini görüyoruz. Neden? 

ÜA: 2015’e gelindiğinde FED’in öngörüsü, ABD ekonomisindeki toparlanmanın tamamlandığı ve orta vadede yaşanacak olan enflasyon artışına karşı 2016’ta 4 faiz artşının yapılacağı idi. Ancak hem ABD hem de dünya ekonomisindeki olumsuz gelişmeler nedeniyle 4 faiz artışı rafa kaldırıldı. ABD ekonomisinde, özellikle de sanayi üretiminde 2014 ortalarından itibaren yaşanan durgunluk ve hatta daralma trendi 2016’nın ilk çeyreğinde de sürdü. İşin çarpıcı olan yanı, tarihsel olarak verilere bakıldığında, ABD’de sanayi üretiminin daraldığı yılların aynı zamanda ekonominin geneli için de resesyonun yaşandığı yıllar olmasıdır. Her ne kadar Nisan verilerinde kısmı bir toparlanma gözlesek de, tarihsel trend devam ederse 2016, kuvvetli bir faiz artışı sürecinin mümkün olmadığı, hatta yeni bir daralma sürecinin başlangıcının yaşandığı bir yıl olabilir. Faiz artışına gidilememesinin diğer nedeni de gerek Avrupa ve Japonya’da, gerekse geç kapitalistleşen ülkelerde krizin derinleşerek sürüyor olması. 


Avrupa'da da işler pek yolunda gitmiyor. Avrupa Merkez Bankası politika faizini yüzde 0'a kadar indirdi. Avrupa'daki en büyük sorun ne ve çözüm için yol alındı mı? 

ARG: AMB para politikası kararlarıyla kredi piyasasını canlandırmaya çalışıyor. 10 Mart’ta sadece faiz indirmedi, ayrıca yatırım notuna sahip şirket tahvillerini de miktarsal genişleme programına ekledi ve miktarsal genişlemenin hacmini artırdı. Bu önlemler ve hedef gözetilen yeni finansman operasyonu hazırlığı işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Avrupa’daki temel sorun iki ayaklı. Birincisi mali birlik olmadan parasal birlik yaratmanın getirdiği sıkıntıların aşılamamış olması. İkincisi krizin nedeni olarak emek birim maliyetlerinin Avro bölgesi çeperindeki yüksekliği tespiti ve kamu borcunun düşürülmesi için ağır kemer sıkma politikalarının uygulanmaya devam etmesi. Bu tespitler üzerinden çıkartılan reçete ekonomik daralma karşıtı önlemleri yapısal reformları geciktireceği gerekçesiyle engelliyor. Bu nedenlerle neoliberalizm çerçevesinde kalınarak verilen politika tepkileri Avrupa’yı boğmaya devam ediyor diyebiliriz. 

Ayrıca, alınan her önlem yeni çalkantıların oluşmasına da neden oluyor. İtalya’daki banka kurtarma operasyonunun kamuya daha az yük getirmek üzere özel sektör katkısıyla gerçekleştirilmesi girişimi, örneğin, ortaya güdük bir kurtarma fonu çıkardı ve sorunu ağırlaştırdı. Ya da Yunanistan’da 2015’te borç silmeye karşı gelen Troyka Yunan toplumu üzerindeki boyunduruğu sıkılaştırdı ancak bu riskin bütün Avro Bölgesi’ni zorlamaya devam etmesini sağlamış oldu. Kısa vadede Avro Bölgesı’nde emekçiler lehine bir çözüm ihtimali görünmüyor. Sermayenin önlemleri ise sorunu ertelemeye dönük ve palyatif. 


Yunanistan'ı sorayım. SYRIZA, Yunanistan'a dayatılan neoliberal dayatmalara meydan okuyarak iktidara geldi fakat sonuç olarak Troyka'nın yeni kemer sıkma dayatmaları kabul edildi ve ülkede uygulanmaya devam ediyor. Herkes merak ediyor, Yunanistan nereye koşuyor? 

ARG: Troyka’nın 86 milyar avroluk kurtarma paketinin bir bölümünün daha Yunanıstan’a aktarılması için devam eden görüşmelerde istenen yasal değişiklikler yapılırken, ekonomik daralma ve deflasyona bir çözüm bulamayan Syrıza geçtiğimiz günlerde tekrar borç yapılandırması gerekliliğini gündeme getirdi. 2012 borç takası sonrası borç silmenin yeniden gündeme geleceğini 2014’te yazmıştık. Yunanistan’ın borcunun GSYH’ye oranı şu an 2012’den daha yüksek, işsizlik oranı yüzde 24. Eğer Syriza iktidarını koruyabilirse ve ekonomik toparlanma hızlı bir şekilde gerçekleşmezse büyük ihtimalle kısa bır zamanda, örneğin bir yıl içinde kısmi borç silme ve/veya yapılandırma gerçekleşecek. Ancak hem Avro Bölgesi’nde yetkileri artmış AMB hem de başta Almanya olmak üzere Avro Bölgesi politika yapıcıları borç yapılandırmasının kemer sıkmayı ve emek maliyetlerini azaltıcı düzenlemeleri aksatmaması konusunda hassaslar. 


Türkiye'ye gelecek olursak... Ekonominin geleceğini nasıl görüyorsunuz? 

ÜA: Türkiye ekonomisi, küresel krizin eşitsiz gelişimi sürecinin tipik özelliklerinin izlenebildiği bir durumda. Örneğin Türkiye ekonomisinde büyümenin sürmesi merkez ülkelerde ekonomik canlanmanın gecikmesine bağlı gibi görünüyor. Yani kriz tüm ülkeleri tek bir şekilde etkilemiyor. Her bir ülke, dünya ekonomisindeki konumu, sahip olduğu doğal kaynaklar, teknolojik donanım, kurumsal ve sınıfsal güç dengeleri gibi faktörlere göre krizden farklı düzeylerde etkileniyor. Türkiye açısından bu süreçteki en önemli risk faktörü, özel sektör üzerindeki borçların çevriminde yaşanabilecek bir sıkıntının bankacılık sistemine sirayet etmesi. Bu gelişmeler bankaların ve ülkenin kredi notunda gerilemelere neden olursa, bu daha fazla sermaye çıkışını tetikleyebilir. Bu nedenle döviz kuru kritik önemde. TL’nin hızlı değersizleşmesi yukarıdaki mekanizmayı tetikleyebilir. Bu ise, merkez ülkelerde krizin gelişimi kadar Türkiye’de rejimin gidişatı ile ilgili mevcut düellonun ne kadar yıkıcı olacağı ve bununla da bağlantılı olarak faiz düzeyine bağlı. 


TCMB'nin faiz indirme sürecine girmesini doğru buluyor musunuz? Riskleri neler? 

ÜA: Yukarıdaki mekanizmadan devam edersek, özel sektör borcu kaynaklı sorunların bankacılık sistemine sirayet etmesi ve sermaye çıkışının daha da hızlanmasını önleyecek olan, Türkiye’de sermaye akımlarını cezbedecek düzeyde bir faiz oranının olması. Ancak diğer yandan, ihracatın çöktüğü bir ortamda, ekonomik büyümenin büyük oranda iç piyasa olanaklarıyla sınırlandığını da görüyoruz. İç piyasada inşaat sektörü gibi alanları destekleyecek olan ise faizi indirmek. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi döviz ve faizin nasıl şekilleneceğinde düğümlenmiş durumda. 

Diğer yandan Türkiye’de merkez bankasının alacağı tutum ve faiz politikasının bu denli tartışılır olmasının nedenlerinden biri, ekonomi politikasının para politikasına sıkıştırılmış olması. Ancak burada vurgulamamız gereken, küresel kapitalist sistem içinde geç kapitalistleşen bir ülke merkez bankası olarak TCMB’nin hareket alanının çok sınırlı olduğudur. Bunun iki nedeni var. İlki Türkiye’de üretimin yapısal ithalat bağımlılığı, ikincisi de finansın küresel finansal hareketlere duyarlılık derecesinin oldukça yüksek olmasıdır. 


Davutoğlu'nu koltuğundan eden politik gerginliğin ekonomiye yansımaları nasıl olacak? 

ARG: Davutoğlu’nun başbakanlıktan ayrılmaya zorlanması Türkiye’de dövizin değer kazanmasını hızlandırarak ve borsa düşüşünün benzer ülkelerden daha fazla olmasına neden olan belirsizlikle sermayeye bir darbe vurdu. ABD Doları cinsinden borcu 100 milyar dolar üzerinde olan özel sektörün, gelir kalemlerinin ağırlıklı kesimıni oluşturan TL’ye çevrilerek borcu hesaplandığında, borcun üç gün içinde yüzde 4’ten fazla arttığını görüyoruz. Bu ve ardından gelecek dalgalanmaların ekonomiye ilerleyen günlerde daha fazla yansıması olacaktır. Ancak bu, bir yandan da özel sektörün yeni fon kaynaklarına erişimine bağlı olarak etkisi zamana yayılan bir darbedir. 

Meselenin hazine garantileriyle ilgili olup olmadığı çokça yazıldı. Elde somut bır AKP içi tartışma verisi bulunmuyor, ancak AKP döneminde Hazine’nin üstlenmek zorunda kalabileceği açık ve örtük koşullu yükümlülük birikimi (Hazine bu verileri sağlıklı bir şekilde sunmuyor) tahmin edildiği kadarıyla 90 milyar doları bulduysa bu da siyasal kriz ya da iktisadi çalkantıların yakın gelecekte birbirlerini çok daha doğrudan etkileyeceği bir konjonktürün içinde olduğumuzun habercisidir. 

***

[1] Bu röportaj 22.05.2016 tarihinde Birgün Gazetesi’nde yer aldı. Erişim: http://goo.gl/vFLmb8

17 Mayıs 2016 Salı

Yükselen İnşaat-Finans Kompleks, Haussmann’ın Ruhu ve Şantiyeleşen Kentler

Aşağıdaki yazı Express dergisinin 142. Sayısında "Şantiyeleşen Kentler" başlığıyla yer aldı. Kriz Notları okuyucusu için buradan da paylaşıyorum.

***
Referans vermek için: Akçay, Ü. (2016) “Şantiyeleşen Kentler”, Express Dergi, (142): 40-43.

***

Express’in geçen sayısında2016 yılı için ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığım “aktüel kriz konjonktürü” dinamiklerini[1], bu yazıda Türkiye’de inşaat sektöründeki gelişmeler çerçevesinde (karşı dinamiklerle birlikte) somutlaştırmaya çalışacağım. Zira 2015’te Türkiye’de konut fiyatları artışı sürse de inşaat sektöründeki büyüme durdu! Aşağıda, ilk olarak Türkiye’deki yapı sektöründe yaşanan gücel gelişmeleri değerlendirmek için “temellere dönerek” sürece nasıl bakmak gerektiği üzerine bazı hatırlatmalarda bulunacağım. Ardından 2000’lerde yükselen inşaat-finans komplekse ve özelliklerine değineceğim. Son olarak Türkiye’deki yapı sektörünün 2015’teki gelişimini ortaya koyup ve 2016 için olası gelişmelere işaret edeceğim.

Temellere Dönmek: Ev’den Konut’a
Her geçen gün sayısı daha da artan inşaatlarla geniş bir şantiyeye dönen kentler, artık hepimizin ortak deneyimi haline geldi. Özellikle büyükşehirlerde olanlarımızın. Bu geniş şantiyelerde üretilen ürün ise hanehalkı bütçesinin en büyük harcama kalemlerinden birini oluşturan konut. Peki son yıllarda gerek iktisadi, gerekse siyasi gündemin önemli maddelerinden biri haline gelen yapı sektöründeki gelişmelere nasıl bakmalı? Bu alandaki güncel gelişmeleri değerlendirmeden, öncelikle “temellere dönerek” kullandığımız kavramsal alet-edevat setini biraz parlatmak gerekiyor. Temellere döndüğümüzde ilk karşımıza çıkan, bu genişletilmiş şantiyelerde üretilen ürünün, kapitalist toplumsal üretim ilişkilerinin hakim olduğu bir yapıda tıpkı diğer ürünler gibi meta olduğudur.
Eğer konut da diğerleri gibi bir meta ise, her meta gibi konutun da bir kullanım ve değişim değeri vardır. Dolayısıyla K. Marks’ın kapitalizm analizinde önemli bir yer tutan meta ve kullanım değeri-değişim değeri kavramları,[2]şantiyeleşmiş kentlerde üretilen metaların anlaşılması için de kullanılabilir. Metaların kullanım değerleri, onların spesifik olarak belirli bir ihtiyacı karşılama özelliği olması anlamına gelir. Değişim değeri ise metanın karşıladığı spesifik ihtiyaçtan bağımsız olarak, onların emek gücünü ihtiva etmelerinden kaynaklanır ve değişim sürecinde açığa çıkar. Bu anlamda meta, tanım gereği kullanım değeri olmadan var olamaz. Kullanım değeri, değişim değerinin taşıyıcısıdır. Bir başka ifadeyle, bir ürünün satılabilmesi için belirli bir ihtiyacı karşılaması gerekir. Ancak kapitalist üretimin amacı ihtiyaçların karşılanması değil, ihtiyaçların karşılanması sonucunda elde edilecek olan artı değere ulaşmaktır. Bir girişimci için, otomobil, kalem, bardak ya da konut üretmek arasında bir fark yoktur, hepsinde amaç artı değere –ve onun bir parçası olan kâra- ulaşmaktır.

Kaynak: http://goo.gl/v4U9BO
Bu çerçeveyi kentsel alana uyguladığımızda, kullanım değeri anlamında “ev” olan, yani barınma ihtiyacımızı karşılayan metanın, aynı zamanda değişim değeri anlamında bir “konut” olduğu, yani ihtiyaç karşılama özelliğinin yanı sıra – hatta yer yer bundan bağımsız olarak- bir yatırım aracı haline geldiğini görebiliriz. Ancak bir metanın kullanım ve değişim değeri, sürece kimin gözünden baktığınıza, yani sermayenin sosyal döngüsündeki faillere göre değişir. Bu çerçeve, elbette yeni değil. 1973’te yayımlanan Kentsel Adalet ve Şehir kitabında D. Harvey bu meseleyi etraflıca ele almıştı. Harvey erken dönemli bu çalışmasında, kentsel alanda altı temel fail ve bunlara göre biçimlenen kullanım ve değişim değeri şemasını tanımlar.[3]
Bunlardan ilki konutta oturanlardır. Konutta oturanların (özellikle de kiracıların) temel amacı kullanım değeri elde etmektir. Onlar için, genellikle konut bir yatırım aracı olmaktan çok, içinde yaşanılan bir evdir. İkinci aktör olan emlakçılar, konuttan oturanların tam aksine, tamamiyle değişim değeri odaklıdır. Elbette bir konutun değişim değerinin yüksek olması, onun ihtiyaç giderme kapasitesinin yüksek olmasıyla ilişkilidir. Ancak emlakçı için önemli olan konutun değişim değeridir.
Üçüncü aktör, evsahipleridir. Evsahipleri için kullanım değerinin mi değişim değerinin mi önemli olduğu, evsahibinin sahibi olduğu evde oturup oturmadığına göre değişir. İlk durumda kullanım değeri öndeyken, ikinci durumda değişim değeri öne çıkar. Müteahhitler ve inşaat şirketleri için değişim değeri esastır. Herhangi bir kapitalist girişimci gibi amacı üretilen metanın satılması sonucunda kar elde etmektir. Daha fazla değişim değeri elde etmek için konutun kullanım değerinin yüksek olması önemlidir ancak değişim değeri için bu tek kıstas değildir.
Beşinci aktör finans sistemidir. Finans sistemi, esas olarak evsahibi olmak isteyen kiracılar ve inşaat şirketlerleri ile ilişkilidir, bu iki kesim için finansman sağlar. Finans sistemi için, konut sahibi olmak isteyenlere verilen kredilerin kullanım değeri, bunların bankalar için düzenli bir gelir akışı yaratmasından kaynaklanır. Kredinin değişim değeri ise, bu düzenli gelir akışına dayanılarak üretilen türev ürünler ile kurulur. Finans sistemi, çeşitli yollarla bu türev ürünlerin daha fazla mühadele edilmesine çabalar. İnşaat şirketlerine verilen kredinin kullanım değeri inşaat şirketinin finansmanının sağlanması iken değişim değeri, bu firmaların üreteceği değişim değerinden pay anlamına gelen faiz geliridir.
Harvey’in sıraladığı aktörlerden sonuncusu devlettir. Devlet müdahalesi iki türlü işler. Bir yandan mümkün olduğu kadar fazla insanın barınma ihtiyacının karşılanmasını gözeteceği için kullanım değeri odaklıdır. Diğer yandan da inşaat setkörünün gelişmesinin ekonomik büyümeye sağladığı katkı nedeniyle daha fazla değişim değeri yaratacak düzenlemeleri yapmaktan geri durrmaz. Yaptğı altyapı yatırımları ile hem konutların kullanım değerlerini, hem de değişim değerlerini artırıcı etkide bulınur.
Yukarıda sıralanan aktörlerin birbiriyle ilişkisi, sermaye birikim sürecinin farklı dönemleri boyunca aynı kalmıyor. Aktörler, her dönemde konutun kullanım ve değişim değerini öne çıkaran stratejiler izleyerek kendi pozisyonlarını güçlendirmeye çalışırken, bu stratejiler sermaye birikiminin genişleme ve daralma aşamalarına göre değişebiliyor. Yine farklı birikim dönemleri sırasında aktörler arasında farklı ittifaklar ya da çatışmalar ortaya çıkabiliyor. Bir sonraki bölümde, bu ittifaklardan günümüzde giderek yükselen inşaat-finans kompleksi ele alacağım.


Yükselen İnşaat-Finans Kompleks
Yukarıda sıralanan aktörlerden müteahhitler ve inşaat şirketleri ile devlet, sermaye birikim sürecinin farklı aşamalarında hep ilişkili olmuştur. Örneğin, 1960’larda Türkiye’de kalkınma planlaması sistemi uygulamaya geçtiğinde, temel tartışma konularından biri, yatırımların üretken olmayan alanlardan üretken olan alanlara nasıl yönlendirileceğidir. Daha basitçe özel sektörün yatırımlarını inşaattan sanayiye nasıl kaydırılacağı ilk plancıların karşılaştıkları en önemli sorunlardandır.[4] Plancıların inşaat yatırımlarını caydırıcı, sanayi yatırımlarını özendirici önerileri, ilkinin reddedilmesiyle sonuçlanmış, 1967’de Turgut Özal’ın DPT müsteşarlığından sonra planlama, herhangi bir caydırıcı yanı olmadan, özel sektöre kaynak aktarmanın bir aracı olarak işlev görmüştür.
İnşaatçılar ve devlet arasındaki ilişki, 1980 sonrası, bu sefer Özal’ın başbakanlığı döneminde daha da derinleşerek sürmüştür. Özellikle imar yasasında yapılan değişiklikler, gecekondu afları ve diğer düzenlemelerle inşaat firmaları ve devlet arasındaki ilişkiler yoğunlaşarak artmıştır. Bu dönem aynı zamanda 2001 krizi sonrasına benzer şekilde bina stoğunda güçlü sıçramaların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır.[5]

Finans sistemi, 2000’lere kadar süren devlet ile müteahhitler ve inşaat firmaları arasındaki ilişkiye yeni boyutlar getirmiştir. Gerçekten de geçtiğimiz 15 yılda finans sisteminde yaşanan değişimleri anlamadan, kent mekanındaki değişim dinamiklerini tam olarak anlamlandırmak zordur. 2000’lerde bu ilişkiyi değiştiren iki temel unsur vardır. Bunlardan ilki 2001 krizi sonrasında bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması, ikincisi de kriz sonrası uygulanan ekonomi programı sonucunda enflasyondaki sert düşüştür. Bu iki faktörün sonucunda faizlerin göreli düşüşü uzun vadeli konut kredileri için uygun bir ortam yaratmış ve böylece 2000’lerle birlikte bireysel borçlanmanın hızla artması için gerekli ekonomik yapı kurulmuştur. Bireysel borçlanmanın önemli bir kısmını ise konut kredileri oluşturmaktadır. Kısacası, 2000’li yıllarda müteahhitler ve inşaat firmalarının devletle kurduğu ilişki, önceki dönemlere göre niteliksel olarak farklılaşmıştır. İnşaat-finans kompleksin yükselişi olarak adlandırılabilecek olan bu yeni sürecin ayırt edici unsuru finansal içerilme mekanizmaları ile farklı gelir seviyesine sahip toplum kesimlerinin borçlandırılarak konut piyasasına çekilebilmesidir.
İnşaat-finans kompleksin yükselişi, devletin aktif desteği ile gerçekleşmiştir. Devletin bu yapıyı desteklemesinin farklı nedenleri vardır. Bunlardan ilki, inşaat sektörünün farklı sektörler için talep yaratması özelliğidir. Böylelikle yükselen inşaat-finans kompleks ekonominin canlı tutulması için önemli bir unsur olarak görülmektedir. İkincisi, bu sektörde genellikle kalifiye olmayan emeğin istihdam edilmesi, sektörü bu tip emek arzının emilmesinde önemli hale getirmektedir. Sonuncusu da, sektörün gelişimi sonucunda oluşan rantın paylaşımının siyasi mekanizmalarla yakından ilişkili olması nedeniyle, bu alandaki gelişmelerin siyasete tahvil edilmesinin mümkün olmasıdır.
Bu saiklerle hareket eden devlet dört temel mekanizmayla inşaat-finans kompleksin yükselişine destek sunmaktadır. Bunlardan ilki uygun makroekonomik ortamın yaratılmasıdır. Bunun anlamı, uygulanan para politikasının bir sonucu olarak reel faizlerin oldukça düşük seyretmesi, mevcut yatırım araçları arasında mevduat faizinin yıllık olarak enflasyon karşısında tasarrufları cezbedecek düzeyde olmamasıyla sonuçlanmaktadır. Bu ise, sürekli artan konut fiyatları ile birleştiğinde, giderek artan bir şekilde konutun bir yatırım aracına dönüşmesini, yani kullanım değerinden ziyade değişim değerinin öne çıkmasını beraberinde getirmiştir.
İkinci olarak 1999 depreminden sonra kentsel dönüşüm projelerine başlanması ve buna yönelik yapılan yasal düzenlemelerle inşaat tekelleri için istikrarlı bir konut talebinin yaratılması sağlanmıştır. Üçüncüsü, kentsel altyapı projeleri ile bu projelerin yapıldığı yerlerde muazzam rantların yaratılması sağlanmış, bu ise konut fiyatlarındaki artış trendini destekleyen bir faktör olarak işlev görmüştür. Son olarak TOKİ’nin dev bir kamu girişimi olarak konut piyasasındaki varlığı, hem piyasadaki fiyat oluşumuna, hem konut arzının artırılmasına hem de finans sistemiyle kurduğu bağlantılar sayesinde farklı finansman seçeneklerini devreye sokmasıyla sektörün gelişimine katkıda bulunmaktadır.


İmar Hakkı Transferi
İnşaat-finans kompleksin gelişimi için kritik gelişmelerden biri, geçtiğimiz yıl gündeme gelen İmar Hakkı Transferi (İHT) sisteminin devreye sokulacak olmasıdır. Önceki yıllarda inşaat firmaları tarafından önerilen bu sistem, 2014 sonunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bir yasa taslağı haline dönüştürülmüştür. Sistem, bakanlığın sayfasında şöyle tanımlanmış: “Bir parsel üzerindeki imar hakkının tamamen ya da kısmi olarak yasaklanması durumunda bu parsel üzerindeki imar hakkının bir kısmının veya tamamının menkulleştirme yöntemi ile başka alanlara transfer edilmesidir.” İHT sistemi ile gayrı menkullerin menkul kıymetleştirilmesi süreci hayata geçmiş olacak ve kentsel dönüşüm projelerinde sorun çıkaran direniş odakları piyasa temelli çözümlerle bertaraf edilmeye çalışılacaktır. Bu uygulama aynı zamanda yeni bir emlak sertifikası borsasının kurulmasıyla finans piyasalarının daha da derinleşmesine hizmet edecektir. Uygulamaya geçildiği takdirde İHT sisteminin iki temel sonucunun olması beklenebilir: (i) kentsel mekanın metalaşması sürecinin derinleşmesi ve değişim değerinin hakimiyetinin pekiştirilmesi, (ii) konut sektörü ile finans sisteminin bütünleşmesinin hızlanması.[6]Her ne kadar henüz uygulamaya geçilmese de İHT sistemi, 64. Hükümetin ilk bir yıl içinde hayat geçirmeyi taahhüt ettiği düzenlemeler arasındadır.

Bina Tamamlama Sigortası
Son olarak yine geçtiğimiz yıl hayata geçirilen Bina Tamamlama Sigortası ile inşaat firmaların projelerini tamamlayamadan iflas etmeleri durumunda oluşacak riskin, inşaat-finans kompleksi oluşturan unsurlara yayılmasını engellemek amaçlanıyor. Bunun için inşaat firmalarına bina tamamlama sigortası yaptırma zorunluluğu getiriliyor. Böylelikle, maketten satış yapan bir inşaat firmasının iflas etmesi ya da belirtilen tarihte konutların teslim edilememesi durumunda, sigorta yapan kuruluş devreye giriyor. Geçtiğimiz yıl yapılan bu düzenleme kısa dönemde ekonomideki kötüleşme olasılığına karşı inşaat sektörü kaynaklı bir riskin ortaya çıkmasını önleme amacı taşıyor. Buna ek olarak düzenleme ile inşaat tekelleri ve finans sistemi arasındaki ilişkinin daha da sağlamlaşmasını sağlamak üzere sigorta şirketlerinin devreye sokulması ile orta ve uzun dönemde Türkiye'deki inşaat-finans kompleksin daha da kurumsallaştırılması hedefleniyor.[7]

Haussmann’ın Ruhu ve Yapı Sektöründe Güncel Gelişmeler
F. Engels, 1876’da yayımlanan Konut Sorunu’nda Avrupa’da kapitalizmin gelişimi ile birlikte kentlerde ortaya çıkan barınma, imar ve kentleşme sorunlarına değinir. O dönemde de düşük gelirlilerin yaşadığı işçi mahallelerinin kentin dışına sürülmesi, konut sorununa sermayenin verdiği yanıttır. Yoksulların dış mahallere sürülmesini Engels, İmparatorluk Fransasındaki sürece değinerek açıklar: “Bonapartçılık, bu eğilimi, Haussmann kanalıyla, Pariste dalavere ve bireysel zenginleşme uğruna büyük ölçüde sömürmüştür. Ancak Haussmann’ın ruhu yurtdışına taşmış, Londra, Manchester ve Liverpool’da da bulunmuştur ve kendisini Berlin ve Viyana’da da evinde hissetmiştir”.[8] Engels’in Haussmann’ın ruhu olarak adlandırdığı sürecin üç temel özelliği vardır.


Bunlardan ilki, kent mekanının sermaye lehine düzenlemesi, ikincisi siyasal iktidarların kent mekanını isyan bastırma teknolojilerinin bir uzantısı olarak görmeleri, üçüncüsü ise kent mekanının yeniden düzenlenmesinde rol alan kapitalistlerin siyasal iktidarla yakınlıkları oranında zenginleşmeleri. 19. yüzyılın sonlarında Fransa’nın başkenti Paris’te yapılan muazzam kentsel dönüşümün mimarı olan Haussmann’ın ruhuşimdi tüm Türkiye şehirlerinde dolaşıyor. Yükselen inşaat-finans kompleks, Haussmann’ın ruhu ile birleştiğinde karşımıza çıkan şantiyeleşen kentler, HES projeleriyle kurutulan dereler, madenler nedeniyle kesilen ağaçlar, iktidara yakınlıkları oranında zenginleşen inşaat tekelleri ve kent mekanının devletin güvenlik algısına göre yeniden düzenlenmesidir.
Ancak 2000’li yıllarda yükselen inşaat-finans kompleksi güçlü kılan unsurlar, aynı zamanda sistemin zayıf yanını da oluşturur. Yukarıda, inşaat-finans kompleks ile önceki dönemlerde inşaat firmaları ile devlet arasındaki ilişkileri ayıranın 2000’li yıllarda finans sisteminin bu sürece dahil olması olduğuna işaret etmiştim. Gerçekten de, 2000’li yıllarda hem bireysel borçlanmanın katlanarak artması, hem de firma borçluluğundaki müthiş artış, önceki dönemlere göre net bir ayrım oluşturuyor. Yine aynı dönemde dış borçların “özelleştirilmesi” süreci de söz konusu, yani kamu borçlanma piyasasındaki ağırlığını göreli olarak azaltıyor. Bunun sonucunda, küresel ekonomik krizin Türkiye’ye olası yansıma kanalları arasında firma borçluluğu giderek öne çıkıyor. Firmaların yurt dışı borçlanmaları bankalar aracılığıyla olabildiği gibi doğrudan borçlanma ile de gerçekleşebiliyor. Bu durumda krizin olası yansımaları hem döviz biçiminde borçlanmış firmaların yaşayabileceği sorunlar hem de bankacılık sistemi aracılığıyla görülebilir.
İş Bankası Yönetin Kurulu Başkanı E. Özince, geçtiğimiz sonbaharda bu durumu şöyle özetlemişti: Türkiye, son 10 yıldaki o şahlanan bankacılık dönemini geride bıraktı.[9]Özince, daha sonra yaptığı açıklamada ise, inşaat-finans komleksin kırılgan yanına değindi: “İki buçuk ay bizim mevduatımızın vadesi. 7 sene ortalama vadede konut kredisini nereye kadar verebiliriz zannediyorsunuz? Afferin verin derseniz günün birinde cezasını siz ödeyeceksiniz, 2001’de olduğu gibi. Ya da hep beraber ödeyeceğiz vergi mükellefleri olarak”.[10]
İnşaat sektörünün de içinde olduğu yapı sektöründeki güncel gelişmelere baktığımızda inşaat-finans kompleksin gelişimi hakkında daha somut bilgilere ulaşabiliriz. Geçtiğimiz ay Yapı-Endüstri Merkezi tarafından yayımlanan rapora göre[11] 2015’te inşaat sektöründeki büyüme yüzde 0.4 olarak gerçekleşti, yani inşaat sektörü fiilen durdu.[12]Yine 2015’te toplam yapı ruhsatlarında yüzde 24.8, konut yapı ruhsatlarında yüzde 25.2 gerileme yaşanmıştır.[13]Bu gerilemelere rağmen konut fiyatları artmayı sürdürüyor: artış yüzde 10.6.[14]İnşaat sektörünün dış pazarlarla ilişkisinde ise tam bir çöküş yaşanıyor. Bu çöküşte bir yandan küresel krizin etkileri, diğer yandan da hükümetin dış politika tercihleri etkili. İhracatta 2015 yılında inşaat malzemeleri sanayi yüzde 19.8, yurt dışı müteahhitlik işleri ise proje sayısı bazında yüzde 49.4 oranında geriledi.[15] İnşaat malzemeleri ihracatında ilk 20 pazara bakıldığında izlenen dış politikanın bu çöküşteki etkileri daha net olarak görülebiliyor. 2015’te inşaat malzemeleri ihracatındaki gerileme yüzde Irak’ta 34.7, İran’da yüzde 28.3, Rusya’da yüzde 46.8 ve Libya’da yüzde 56.9 seviyesinde.[16]
Ancak tüm bu olumsuz gelişmeler, inşaat-finans komleksin yükseliş evresinin sonlandığı anlamına gelmiyor. Fiiliyatta rantsal dönüşüm olarak yaşanan kentsel dönüşüm süreçlerinin 2015’te hız kestiği, buna karşın bina yenilemesi işlemlerinin hızla arttığı görülüyor. Buna rağmen 3. Köprü ya da 3. Havaalanı gibi dev projeler sağlanan Hazine garantisi sayesinde şimdilik sorunsuz devam ediyor. İnşaat-finans kompleksin geleceğini belirleyecek temel faktör ise konut fiyatlarındaki artışın sürüp sürmeyeceği. 2015’te tüm olumsuzluklara karşın enflasyon oranının üzerinde artan konut fiyatları, değişim değerinin kent mekanındaki hakimiyetinin açık bir göstergesi. Gerek nüfus artışı gerekse kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle istikrarlı bir konut talebinin yaratıldığı düşünülürse bu artışın 2016 için de sürmesi beklenebilir. Önümüzdeki dönemde, düşük faizin bir yatırım aracı olarak konut alımını teşvik eden seviyesi değişmezse inşaat-finans kompleks şehirlerimizi şantiyeye çevirmeye devam edecek!
2016 yılı içinde, 64. Hükümet’in ekonomik durgunluğa karşı uygulamaya koyduğu üç ayaklı programın sonuçlarını göreceğiz. Kamu harcamalarındaki artış, asgari ücretin yükseltilmesi ve kredi musluklarının açılmasına dayanan bu program, ihracatın çöktüğü bir ortamda ekonomik büyümenin iç pazar olanaklarının kullanılarak desteklenmesine dayanıyor.[17]İnşaat-finans kompeks açısından programın kamu harcamaları artışı ve özellikle de kredi genişlemesi maddeleri önemli.
2008 krizi sonrasında ortaya çıkan finansal istikrarsızlıkların azaltılması ve sistemik risk faktörlerinin kontrol altına alınması amacıyla uygulamaya geçirilen makroihtiyati tedbirler paketinin en önemli bileşeni, kredi genişlemesinin kontrol altına alınmasıydı. BDDK aracılığıyla yapılan düzenlemelerle bireysel borçlanmadaki artış hızı bir miktar yavaşladı. Ancak ekonomik büyümedeki tempo düşüklüğü, alınan bu önlemlerden geri dönülmesiyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Zira kredi genişlemesi olmadan ne ekonomik büyümeyi sürdürmek ne de inşaat-finans kompleksi ayakta tutmak mümkün. Gelecekte kazanılacak gelirin bugünden harcanması ya da “geleceğe kaçış” olarak borçlanma artışına dayanan ekonomik yapı varlığını sürdürdükçe inşaat-finans kompleksteki kırılganlıklar var olmaya devam edecek. 



[1] Ü. Akçay, (2015) “2016’da Dünya ve Türkiye: İstikrarsızlıkta İstikrar”, Express, (141): 38-40.
[2] K. Marks, (2004 [1867]) Kapital, Birinci Cilt, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları.
[3]Burada aktörler için Harvey’in kitapta belirttiği kesimlere sadık kaldım. Ancak aktörlere göre değişen kullanım ve değişim değeri şemalarını güncel eklemelerle genişlettim.
[4] Ü. Akçay, (2007) Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve DPT’nin dönüşümü, İstanbul: Sav Yayınları.
[5] M. Penbecioğlu (2011) “Yapılı Çevre Üretimi, Devlet ve Büyük Ölçekli Kentsel Projeler”, Birikim, (270): 62-73.
[6] Ü. Akçay, (2014) “İmar Hakkı Transferi: Kentsel Mekanın Finansallaştırılması”, Başlangıç Dergi, 24.12.2014, erişim: http://goo.gl/n8fmeJ
[7] Ü. Akçay, (2015) “İnşaat Sektörü İçin Yeni Önlem: Bina Tamamlama Sigortası”, Kriz Notları, 16.03.2015, erişim: http://goo.gl/TvvXL5  
[8] F. Engels (1992 [1876]) Konut Sorunu, Çev. Güneş Özdural, Sol Yayınları, s. 22.
[9] E. Özince, (2015) “Özince: Güzel Günler Geçti”, Business HT, 01.10.2015, erişim: http://goo.gl/XYnqOR
[10] E. Özince, (2016) “Ersin Özince'den konut kredilerine kriz uyarısı”, Cumhuriyet, 02.03.2016, erişim: http://goo.gl/o4mqLz
[11] YEM (2016) Türk Yapı Sektörü Raporu 2015, İstanbul: YEM Yayınları
[12] Age. s. 7.
[13] Age. s. 7.
[14] Age. s. 8.
[15] Age. s. 9.
[16] Age. s. 106.
[17] Ü. Akçay, (2016) “Hükümetin 2016 Planı Netleşiyor: Kriz Karşıtı Önlemler Devrede”, Kriz Notları, 10.01.2016, erişim: http://goo.gl/muC6at

12 Mayıs 2016 Perşembe

Hazine garantisi sorunu siyasi krizin arkasında yatıyor olabilir mi? Beş soru, beş cevap

Başkanlığa meyleden otoriter yarı-başkanlık sisteminde 64. Hükumetin başbakanı geçtiğimiz hafta içinde kibarca bir ifadeyle görevden alındı. Geç kapitalistleşen ülkelerden sermaye çıkışıyla çakışan bu görev değişimi kararı Türkiye’de borsanın diğer benzer konumdaki ülkelerden daha fazla düşüşüne ve dövizin yine benzer konumdaki diğer ülkelere göre daha fazla değer kazanmasına neden oldu. Siyasi kriz ve ekonomik çalkantı, uzun vadeli kredi borcu 100 milyar ABD dolarını (bundan sonra dolar) geçen özel sektöre üç gün içinde yaklaşık yüzde 5’lik bir Türk lirası değer kaybı ile okkalı bir darbe vurdu.


Takip eden haftasonunda Hürriyet Gazetesi muhabiri Neşe Karanfil kaynaklı haber, siyasi krizin arkasında Erdoğan ve Davutoğlu arasında Hazine garantilerine dair bir anlaşmazlığın da etkili olduğunu söylüyordu. Spinoff’ları ile birlikte bu haber Hazine garantilerine ilişkin çok sayıda  yorumun ardı ardına yapılmasını getirdi. Ancak ilk haberde de benzerlerinde de konunun sağlıklı tartışılmasını olanaksız kılacak kadar çok sayıda hata olduğu için Türkiye’deki Hazine garantileri sorununu kısaca hatırlatmakta fayda bulunuyor. Bunu kısa sorular ve açıklamalarla yapmaya çalışacağım.

1-Hazine garantisi uygulaması 2001 krizinden sonra tarih mi olmuştu? Ne zaman geri geldi?

Hazine garantisine ilişkin düzenlemeler daha önce olduğu gibi 2001 krizi sonrasında da yapıldı ancak kamu borçlanmasının temel çerçevesini oluşturan 4749 sayılı kanun bu konuda yepyeni bir anlayış barındırmıyordu. Hazine bundan önce de geri ödeme garantileri ile özellikle altyapı alanında projelere destekler sunmuştu. 2001 krizi sonrasında bir süre için günümüzdekine benzer miktarda garantiler söz konusu olmasa da (bu nedenle ortadan kalktığı düşünülse de) Hazine geri ödeme garantileri ve yatırım garantileri ile ilgili yasal düzenlemeler mevzuatta varlığını korumaya devam etti, hazine alım garantisi ve talep garantisi düzenlemeleri de. Kısaca hazine garantileri hiçbir zaman tarih olmadı (Hazine karşı garantisi ve hazine ülke garantisi gibi türler ise Hazine 2015 yıllık raporuna göre henüz uygulanmadı).

Aksine (3996 sayılı ve 1994 tarihinde çıkarılan kanunla düzenlenen) yap-işlet-devret modeli çerçevesinde Hazine yatırım garantilerinin verilmesi ile ilgili mevzuatta sınırlı da olsa değişiklikler hem 1990’larda hem de 2000’lerde yapıldı. Ancak yatırım garantileri ile ilgili esas kapsam genişlemesi 2010’dan sonra ve kamu-özel işbirliklerinde yurtdışından sağlanan finansmanın üstlenmesi bağlamında gerçekleşti (Hazine 2009’dan sonra çeşitli sektörlerde kredi garantisi vermeye başlamıştı). Borç üstleniminin çerçevesi 2013’te 6428 sayılı kanundaki 13. Madde (Hem 4749 hem de 3996’yı etkileyen düzenleme) ile genişledi. Borç üstleniminin getirdiği bu yasal değişikliğe ilişkin yönetmelik 19 Nisan 2014’te çıktı.

2-Hazine yatırım garantisinin kapsamı son yıllarda ne ölçüde genişlemiş oldu?

Kamu yararına aykırılık gerekçesiyle yönetmeliğe dava açan Türk Tabipleri Birliği’nin dava dilekçesinde belirttiği üzere 2014 tarihli yönetmelikte tek bir projede üstlenilecek azami miktar belirtilmemişti. Ayrıca 2014 yönetmeliğinde kamu-özel işbirliği altında, şirketin gireceği türev sözleşmelerin riskinin de üstlenileceği belirtildi. Bu değişiklikler miktarın önemli ölçüde artabileceğini ima etmekteydi. 2014 yönetmeliğinde yap-işlet-devret modelinde asgari yatırım tutarı için 1 milyar TL, yap-kirala-devret modelinde ise asgari yatırım tutarı için 500 milyon TL koşulu getirildi. Ancak ilgili yönetmelikte ayrıca yıllık taahhüt limiti öngörüldü. Her yıl bütçede belirlenen bu limitle borç üstleniminin belirsiz miktarı sınırlandı.

Kısaca Hazine yatırım garantisinin kapsamı bir ölçüde genişledi, ihtiyaç halinde çok büyük bir genişleme, ilgili yıl bütçe kanunundaki üst limitin artırılmasıyla mümkün hale geldi. Ancak aynı dönemde talep garantisi aracılığıyla Hazine’ye daha fazla örtük yükümlülük bindirilmeye de başlandı.

3-Hazine risk portföyüne bu değişiklikler etkide bulundu mu?

Söz konusu değişiklikler ve yönelim, resmi verilerde henüz sınırlı etki yaratmış görünmektedir. Kamudan kaçırılan sözleşmelerle gerçekleşen örtük borç üstleniminin ise çok büyük etkisi bulunduğu tahmin ediliyor.

Hazine’nin Nisan 2016 tarihli borç yönetim raporuna göre Hazine garantili dış borç stoku 2014’te 400 miyon dolar kadar, 2015’te de 30 milyon dolar civarında artmış ve 11,2 milyar dolara çıkmıştır. 2012-2015 arasında gerçekleşen borç üstlenim anlaşmalarının kredi tutarı 8,6 milyar dolardır. Bir kamu iktisadi kuruluşunun yap-işlet-devret projesinde bu tarz bir borç üstlenim mekanizmasının işlemesi yasal olarak henüz mümkün değildir. Sadece genel bütçe kapsamındaki veya özel bütçeli idarelerin projelerinde borç üstlenim mekanizması işletilebildiği için de rakam artışı sınırlanmış görünmektedir.

Fakat ve kocaman bir fakat burada devreye girmektedir. Söz konusu sınırlanmış rakam “açık koşullu yükümlülük” rakamıdır. Hazine “kamuyu yükümlü kılan herhangi bir belge bulunmamasına rağmen kamunun sosyal, politik ve ekonomik sorumluluklarından kaynaklanan bir yükümlülük olarak ortaya çıkması halinde ise ‘örtük koşullu yükümlülük’” (2015 Kamu Borç Yönetimi Raporu, s.36) altına girecektir. Ayrıca yap-işlet-devret modeli çerçevesinde şehir hastanelerinde hasta sayısı ve köprü ve otoyollarda araç sayısı üzerinden verilen taahhütlerin getirdiği (hiçbir veride görünür olmayan) koşullu yükümlülük miktarının çok yüksek olduğu tahmin edilmektedir. İzmir milletvekili Aytun Çıray’ın telaffuz ettiği rakam 90 milyar dolar, Çiğdem Toker’in Cumhuriyet gazetesinde verdiği rakamsa 100 milyar dolardır. Rakamı karşılaştırmak ve hatırlatmak gerekirse 2001 krizi sonrası bütün banka kurtarma operasyonunun maliyeti 47 milyar dolardı!

4-Davutoğlu Hazine garantilerindeki koşullu yükümlülüğün oranının indirilmesini istedi mi?

Tartışmalarda ismi geçen ve Cumhurbaşkanı ve bazı üst düzey kadroları uyardığı söylenen siyasi şahıslardan Davutoğlu, Babacan ve Şimşek’in imzaları kötü şöhret sahibi 2014 yönetmeliğinde bulunmaktadır. Önceki hükumetlerde gelişen talep garantisi ve koşullu yükümlülük artışlarında sırasıyla zamanın Dışişleri Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı konumlarını üstlenmiş kişilerin birden akıllarının başlarına gelmesi pek olası değildir. Ancak uzunca bir süredir IMF’nin 4. Madde kapsamındaki raporlarında Türkiye’de koşullu yükümlülüklerle ilgili verilerin yayımlanmaması ve risk envanterinin düzgün tutulmaması nedeniyle uyarılar bulunmaktadır. Pozisyonları gereği bu bilgiye en duyarlı konumda yer almış ve yer almakta olan kişilerin bu uyarıyı diğer iktidar partisi milletvekillerinden ya da bakanlarından daha fazla ciddiye almış olması mümkündür.

Ancak talep garantilerinin getirebileceği yük ve koşullu yükümlülüklerin tam miktarı bilinmediği gibi böyle bir iktidar partisi içi kavga ya da hükumet-Cumhurbaşkanı tartışması olup olmadığına dair somut bir veri de yoktur.

5-AKP bu garantilerle neyi hedeflemektedir, bu yükümlülükler nedeniyle bir kriz ihtimali söz konusu mudur?

AKP hükumetleri uluslararası kreditörlere ve yatırımcılara bu mekanizmayla güvence vermektedir. Eğer işler yolunda gitmez de projeler yarım kalırsa projeleri o tarihe kadar sürdüren şirketlerin borçları üstlenilecektir. Ya da şehir hastanelerinde ve otoyollarda beklenen talep gerçekleşmezse devlet aradaki farkı kapatacaktır. Bu güvence sayesinde Türkiye’ye kredi aktarımında sorun yaşanmaması ve yatırım projelerinin hızla tamamlanması hedeflenmektedir. Ancak bizzat bu üstlenim mekanizması yüksek bir yükümlülük birikimi yaratmıştır. Türkiye’nin toplam kamu borç stokunun (gazetelerde ve milletvekilleri tarafından dillendirilen rakam doğruysa) % 40’ına varan yükümlülük birikimi, bu yükümlülüklerin bir kısmı bile üstlenilse borçlanma faizini yukarı çıkartacak, yıllar boyu süren bir cenderenin bütçeye dayatılması söz konusu olacaktır.

Toparlarsak: Özel sektöre servet aktarımının bir başka yolu olan bu tarz üstlenimler aslında toplumun geleceğinin esir alınmasıdır. Hazine Müsteşarlığı’nın koşullu yükümlülük miktarı ile ilgili hesaplamaları (IMF’ye değil) kamuya acilen açıklanmalıdır. 2002 sonrasında muazzam artış sergileyen bireysel borçlanmanın yanı sıra resmi istatistiklerde görünmeyen yükümlülükleri de dikkate almak gereklidir. 2010 ve sonrasında çatılan, derinleştirilen bu üstlenim mekanizması sonlandırılmazsa dört başı mamur bir borç krizi, iktidar blokunun orta vadedeki bir sorunu ya da AKP sonrası bir iktidarın ilk sorunu olabilir. 

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Panel Duyurusu: Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş, 16 Mayıs, Bilgi Ünivesitesi

Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş'ün yeni baskısı vesilesiyle, dünya ve Türkiye ekonomisindeki güncel gelişmeleri, Ankara'dan sonra bu sefer İstanbul'da, Bilgi Üniversitesi'nde tartışacağız.
İlgilenenleri bekleriz.



Etkinlik bilgileri şöyle:

Başlık: Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin geleceği

Katılımcılar: Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen

Yer: Bilgi Üniversitesi, Santral Kampüsü, Mütevelli Heyeti Salonu

Saat: 18.30 - 20.00