24 Haziran 2016 Cuma

Brexit: Pandora'nın Kutusu Açıldı!

Britanya'nın AB üyeliğinin oylandığı referandum sonucunda "çıkış" (Brexit) taraftarları çoğunluğu sağladı. Pandora'nın kutusu açılıyor!

Küresel Krizin Yarattığı Eğik Düzlem
Her siyasal gelişmeyi ekonomik değişkenlerle anlamaya çalışmanın sağlıklı bir düşünce izleği oluşturmama ihtimali çok yüksek. O nedenle Brexit'i getiren Britanya içi politik nedenleri bu yazının kapsamı dışında tutacağım ve küresel krizin yarattığı "eğik düzlem" üzerine bazı noktalara işaret edeceğim.

2008'den itibaren kapitalizmin tarihindeki dördüncü büyük ekonomik kriz evresinin içindeyiz. Bu denli büyük ekonomik krizlerin siyasi sonuçlar yaratmaması beklenemez. Ancak bu sonuçlar tek bir yönde ilerleyen ve doğrusal nitelikte olmaktan ziyade, krizin eşitsiz ve bileşik gelişimi ile birlikte, farkı coğrafyalardaki sınıfsal, kurumsal ve siyasal yapılara göre şekil almakta. Küresel ekonomik krizin yarattığı eğik düzlem, kuvvetli bir ekonomik toparlanmanın yaşanmadığı, resesyonun sınırında gezen düşük büyüme patikasının giderek kalıcılaştığı ve toparlanmaya dair herhangi bir pozitif sinyalin de görünmediği bir durumu anlatıyor.


Resesyonun sınırında gezinen ekonominin en önemli toplumsal sonucu, insanların daha iyi bir gelecek beklentisinin giderek kaybolması. Dolayısıyla, "eğik düzlemin" yarattığı bu ekonomik ve siyasal atmosfer, her türlü statükonun sarsılmasına yol açabilir. Ancak bu sarsılmalar olumlu sonuçlar verebileceği gibi olumsuz sonuçlar da verebilir.

Sermayenin Avrupa Deneyi
‎Brexit‬ kararı, bu eğik düzlem içinde anlaşılmalı. İlk saatlerdeki piyasa tepkileri, küresel krizin halen sürdüğünü ve ekonomilerin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gösterdi. Avrupa özelinde bu kırılganlığı besleyen en önemli gelişme ise, Alman sermaye çevrelerinin tüm Avrupa'ya krize çözüm olarak kemer sıkma politikalarını dayatmaları oldu. Avrupa genelinde çalışanları disipline etme amacıyla kemer sıkma paketinin krizdeki ülkelere dayatılması, krizin daha da derinleşmesini getirdi. Bu tehlikeli deneyde ortaya çıkan sonuç her ülkede sağın yükselişi oldu. Göçmen dalgalarının süreceğini de düşünürsek bu eğilim sürecek! Dolayısıyla, Brexit ile ortaya çıkan gelişme, krize karşı "daha fazla neoliberalizm" yanıtını veren sermaye çevrelerinin bu projesinin iflası anlamına geliyor.


Brexit'in Kısa Dönemli Sonuçları
Brexit'in en önemli kısa dönemli ekonomik sonucu belirsizliğin daha da artması. Bu ortamda, yeni bir çöküşün nereden geleceğini tahmin etmek zor. Ancak merkez ülkeler başta olmak üzere, ekonomik büyüme oranlarının gerilemesi ve dünya ticaretinde daralma görülebilir.

Britanya açsından ise, referandumun en önemli sonucu sağın önlenemeyen yükselişi. Aşırı sağcı UKIP lideri Farage referandum sonrasında yeni bir #Brexit hükümeti kurulması gerektiğini söyledi. Ardından da Başbakan Cameron'un istifası geldi. Britanya Merkez Bankası ve Hazine Bakanlığı'nın hazırladığı raporlar doğru ise, Britanya'da kısa süreli olmayan bir ekonomik daralmanın gelmesi kaçınılmaz. Sürecin Avrupa'daki sağcı hareketleri alevlendireceğini söylemek de kahinlik olmayacaktır.

Kısacası, Avrupa sermaye çevrelerinin krize karşı "daha fazla neoliberalizm" deneyi iflas etmiştir. Pandora'nın kutusu açıldı!

15 Haziran 2016 Çarşamba

Yeni bir Ekonomik Kriz mi, 2008’in Sarsıntıları mı?

Bu röportaj Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş'ün 2. baskısı vesilesiyle yapıldı ve Mesele Dergisi'nin Mayıs sayısında yer aldı. Röportaj için Özlem Çelik'e çok teşekkür ederiz. Kriz Notları okuyucuları için burada da paylaşıyoruz. 

İyi okumalar.
***

Bu ay, Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen ile 2014 yılında Notabene yayınevinden ilk baskısını yaptıkları ve geçtiğimiz Nisan’da aynı yayınevinden ikinci baskısını elimize aldığımız, eleştirel ekonomi-politik bir analiz çerçevesinde finansallaşma, kriz, artan borçlanmanın münferit olmadığı ve geleceğin kapitalist ve geç kapitalist ülkeler açısından neler getireceğini inceleyen kitapları Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş isimli kitapları üzerine söyleştik. Söyleşi, kitabın yeni baskısındaki değişiklikler, gelecek günlerde dünya ve Türkiye’de kriz dinamikleri ve Türkiye’nin güncel ekonomik gündemleri üzerine yoğunlaştı. Yakın gelecekte solun yükselmesinin önündeki zorlukları ve neoliberalizmin sürekliliğini gösteren bir ibrenin bizi beklediğinin altını çizen yazarlara bu keyifli sohbet için teşekkürler.

M: Öncelikle tebrikler. Kitabınızın kısa bir süre içinde ikinci basımını gerçekleştirdi. Benim kendi çevremden de bildiğim, duyduğum, kitabın epey ilgi gördüğüydü. Benim gibi bu alanda çalışanların dışında da yoğun bir ilgiye mazhar oldu kitap. Önce bu kitabı ilk yazma fikri nasıl çıkmıştı onu biraz bize hatırlatır mısınız?

Ü: Kitap fikri 2013’te belirginleşti. Ancak krizin gidişatıyla daha yakından ilgilenmemiz 2011 yazına kadar gidiyor. Ondan önce fırsat buldukça Ali Rıza ile güncel gelişmelerle ilgili değerlendirmeler yapıyorduk ancak bunlar kendi aramızda kalıyordu. Sonrasında bu tartışmayı kamusal ortama taşımanın daha anlamlı olabileceğini düşünerek “Kriz Notları”[1] adında bir blog kurduk ve güncel gelişmelerle ilgili notlarımızı orada biriktirmeye başladık. Başlarda, blogdan yola çıkan bir sürecin kitapla sonlanacağını düşünmemiştim ancak zamanla bu belirginleşmeye başladı. Sanırım bunda etkili olan, halen içinden geçmekte olduğumuz küresel ekonomik krizin kapitalizmin tarihindeki birkaç önemli krizden biri olmasına rağmen bu gelişmelerin özellikle Türkçe yazında yeterince incelenmediğinin ve yakından takip edilmediğinin farkına varmış olmamızdı. Henüz sonuçlanmamış ve oldukça dinamik bir şekilde ilerleyen bir süreçle ilgili yazmak oldukça riskli. Ancak eleştirel politik ekonomi geleneğine yaslanarak, yapısal analizler, kurumsal incelemeler ve olgusal gelişmeler arasındaki bağlantıların peşine düşmek, süregiden krizi anlamak ve olası gelişmelere işaret edebilmek için bize kuvvetli bir zemin sağladı. Kolay bir işten bahsetmiyoruz tabi, mesela Kriz Notları’ndaki ilk yazının başlığı “merkez bankası ne yapmak istiyor” idi. 

A: Talihli bir arka plan mevcut sanırım. Ümit uzun süredir, krizle birlikte daha da ön plana çıkan merkez bankacılığı ve para politikaları üzerine çalışıyor. Ben de kriz başlangıcından bu yana borç yönetimi ve finansal risklerin toplumsallaştırılması üzerine kafa yoruyorum. Blogdaki girdiler bizim düzenlemeleri ve politika tepkilerini takibimizi kolaylaştırdı. Bir süre sonra derli toplu bir inceleme sunma isteği hasıl oldu. 



M: Sizin de kitabın başında ayrıntılı bir şekilde okuyucuya aktardığınız gibi kitapta bazı değişiklikler, güncellemeler ve adeta yeniden yazılmış bir bölüm var. Neden ihtiyaç duydunuz bu değişikliklere? 

A: Finansallaşma emek-sermaye ilişkisinin ve sermayeler arası ilişkilerin giderek finansal piyasalar dolayımından geçmesine işaret eden bir kavram. Finansal olmayan şirketlerin finansal yatırımlarının artışını, hanehalklarının finansal sisteme içerilmesini açıklamak için başvuruluyor. Finansallaşma krizlerin sıklaşması anlamına geliyor. Devletlerin sürekli müdahalesinin ve bu müdahalelerin hızlı bir şekilde yeni alt üst oluşlar yaratmasının açıklanması gerekli. Kitapta bu açıklamayı tamamladığımızı iddia etmiyoruz ancak kurumsal düzenlemeleri ve çok sayıda aktörün etkileşimini dikkate alan tarihsel-yapısal bir açıklama getirmeye çalışıyoruz. 

Hem Avro Krizi’nin gidişatını bugüne getirmemiz, hem de krizin seyri ve Türkiye’nin konumuna dair açıklamanın bugüne taşınması kitabın iddiasının sonucuydu. Amaç yüksek bir soyutlama düzeyinde kalmamak fakat politika yapım süreçlerini ve etkilerini eleştirel siyasal iktisata dayanarak açıklayabilmek. Üstelik Korkut Boratav Hoca’nın isteğine de kendimizce yanıt vermiş olduğumuzu düşünüyorum. İlk baskıya yazdığı önsözde tartışmanın güncelliğini övmüş ve 2. baskının yapılması ile gelişmeleri takip etme isteği uyandırdığını söylemişti. 

Ü: Ali Rıza’ya ek olarak, önceki soruyla da bağlantı kurarak devam edersek, dinamik bir süreç üzerine yazmanın zorunlu olarak beraberinde getirdiği bir güncelleme oldu. Kitabın kurgusu açısından Avrupa’da krizin gidişatını anlattığımız bölümde güncellemeler yapmak gerekliydi, zira 2014’teki ilk baskıdan sonra Avrupa’da kritik gelişmeler yaşandı. Yine kurgu açısından kitabın son bölümünde, güncel gelişmeleri ve ileriye dair olasılıkları ele almıştık. Bu kısmın içinde bulunduğumuz konjonktüre göre tamamen yenilenmesi gerekti. Bir baskı daha olursa nasıl yaparız bilemiyorum ama böyle giderse kitabın hacmi giderek büyüyebilir.



M: Kitabın üçüncü bölümünde ayrıntılı bir şekilde ele aldığınız üzere, küresel kapitalizmin geleceğinde bizleri neler bekliyor? 

Ü: Üçüncü bölümde yanıt aradığımız soru şuydu: Ekonomi politikalarındaki değişimlerle ekonomik krizler arasında bir nedensellik ilişkisi var mı? Bu soru teorik olduğu kadar güncel siyasetle de ilişkili bir konu. Zira zaman zaman ekonomik krizin yaşanmasının otomatik olarak hükümetlerin düşmesine neden olacağı ve bunun sonrasında da solun yükseleceği gibi, özünde apolitik bir argüman dile getiriliyor. Kitapta krizin yaşanmış olmasıyla ekonomi politikalarındaki değişim arasında, hele hele solun yükselişi arasında düz bir nedensellik ilişkisinin kurulamayacağının altını çizdik. Yaptığımız değerlendirmede, önümüzdeki dönemde ana doğrultunun daha “daha fazla neoliberalizm” olarak şekillendiğini ileri sürdük. Ancak argümanın gerisinde bazı koşullar var. 

Biraz daha açmak gerekirse, belirli bir dönemde hangi ekonomi politikanın ana akım haline geleceği, birbiriyle yarışan farklı açıklama biçimleri arasında birinin diğerinden daha bilimsel ya da daha kapsamlı olmasına göre değil, verili durumda toplumdaki mevcut güçler dengesinde hakim güçlerin ihtiyaçları doğrultusunda belirleniyor. Böyle bakarsak, kriz öncesinde ve sonrasında güçlü bir emek hareketinin ya da onu da içerecek bir toplumsal muhalefetin yokluğu, sermaye açısından farklı ekonomi politikalarını gündeme alma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. 

Ancak böyle bir koşulun varlığında, krize neden olan politikaların, herhangi bir tadilata gidilmeden, krizden çıkış için de uygulanabildiğini ileri sürdük. Tabii ki bu durum mutlak değil, konjonktürel. Yani güçler dengesindeki bir kayma, farklı ekonomi politikası seçeneklerinin gündeme gelmesine neden olabilir. Böyle bir güç kayması olasılığını değerlendirmek için dünya genelinde toplumsal muhalefet güçlerinin gelişkinliğini ele almak gerekiyor. Kitapta bu konuyla ilgili somut bir değerlendirme yapmaktansa, böyle bir hareketin gelişmesinin önünde duran objektif zorluklara değindik. Zira kriz sonrasında ortaya çıkan isyanların neden saman alevi gibi parlayıp söndüklerini ele almak başka bir kitabın konusu olacak kadar geniş.

A: Kriz sonrasındaki direnişler ve politik tepkiler neoliberalizme bir set çekemedi. Fransa’da İş Kanunu’nda emek karşıtı reformlara karşı hareket ya da Anglosakson dünyada finansal sektörün daha sıkı denetlenmesinden söz eden Sanders ya da Corbyn gibi politikacılara artan destek kapitalist merkezlerde farklı biçimler altında mücadelenin devam ettiğini bize gösteriyor ancak güç dengesinde yakın dönemde radikal bir değişiklikten söz etmek zor görünüyor. Bu durum devam ettikçe politika yapımının geniş kitlelerin denetiminden uzak sürdürülmesi mümkün oluyor. Aynı zamanda örneğin İtalya’daki bankacılık krizine karşı Ocak ve Nisan aylarında verilen cevaplardan görülebileceği üzere devlet, finansal sektörün garantörü olarak devreye giriyor ve kredi piyasasının çöküşünü engellemek gerekçesiyle bütçeye yük getirme riskini alarak bankaların muhtemel kayıplarını toplumsallaştırabiliyor. Kısacası birçok ülkede son derece açık bir şekilde çalışma saatleri, ücretler ve bütçenin nasıl kullanılacağı üzerine mücadele devam ediyor ancak güç dengesinde radikal değişiklikler olmazsa bir sınıf projesi olarak neoliberalizmin tahripkar varlığının bir süre daha devam edeceğini öngörebiliriz. 

M: Neoliberalizmin devamlılığının önemli bir parçası olarak küresel finans sisteminde yeni bir çöküş ihtimalinden bahsediyorsunuz, bu küresel piyasalar için yeni bir kriz kapıda mı demek yoksa geçmiş krizin artçıları mı yaşananlar?

Ü: 2015 sonunda gündem, ABD ekonomisinde toparlanmanın gerçekleşiyor olduğu ve FED’in faiz artırımına başlayabileceği idi. Gerçekten de Aralık’ta sembolik de olsa bir artış yapıldı. Biz bu faiz artışı sürecinin, aralarında Türkiye’nin de olduğu ülkeler için önemli finansal ve ekonomik sorunlar yaratabileceğini, hatta bazı yerlerde çöküşlere neden olabileceğini ifade etmiştik. Ancak gerek ABD ekonomisine ait verilerin beklenildiği gibi olumlu gitmemesi, gerekse dünya ekonomisinde krizin geride bırakılması gibi bir ortamın oluşmaması nedeniyle, bırakın 2016’da 4 faiz artışını, yeniden faiz indirimi gündeme geldi. Örneğin, ABD’de imalat sanayi daralması sert bir şekilde yaşanıyor ve imalat sanayiindeki daralmalara tarihsel olarak baktığımızda bunların resesyonlarla eşleştiği görülüyor. İmalat sanayindeki daralmaya ek olarak konut piyasasında da uzun süredir ilk kez yavaşlama sinyalleri belirginleşti. 

Buna ek olarak mevcut durumda, FED sadece kendi ekonomisindeki enflasyon ve işsizlik oranlarıyla değil, dünya ekonomisinin gidişatıyla da ilgileniyor. Hegemonik devlet olmanın getirdiği bir zorunluluk bu. Üstüne üstlük, ne ABD’nin ne de Avrupa’nın yeni bir finansal çöküşe tahammülü var. Bunun nedeni, kriz sonrası uygulanan para politikası tedbirlerinin sonucunda merkez bankalarının ellerindeki faiz silahının ortadan kalkması ve miktarsal genişlemenin de sınırlarına varılmış olmasıdır. Böyle bir atmosferde gerçekleşebilecek yeni bir çöküş dalgası, “oyun değiştirici” nitelikte olabilir. Bunu önde gelen merkez bankaları da ekonomi politikası yapıcıları da görüyor. O nedenle bu dönemde geleneksel olmayan para politikaları literatürü genişlemeye başladı. Sözlü yönlendirme, bilanço genişlemesi derken “negatif faiz” ve “helikopter para” gibi yeni gündemler oluşmaya başladı. Aslında yaşanan geçmiş krizin devamı ancak sarsıntılara neden olan finansal araçlar ve mekanizmalar değiştiği için her seferinde yeni bir kriz mi sorusu gündeme geliyor.



M: Biraz da Türkiye’ye bakarsak, sizin de kitapta belirttiğiniz gibi Türkiye bu kriz ortamından muaf değil, ama bir yandan da ‘kriz bize teğet geçti’ açıklamaları da hala paslanmadı kulaklarımızda. Türkiye’de krizin seyrini nasıl görüyorsunuz? 

A: 2008 Krizi’nin Türkiye’ye etkisi küresel ekonomide benzer konumda bulunan geç kapitalistleşen ülkelere etkisine benzer gerçekleşti. 2010-2011’de yinelenen sermaye girişleri sayesinde politika yapıcılar krizin etkisini geçiciymiş gibi sunma fırsatı yakaladılar. İçinden geçtiğimiz son dönemde ise açık olarak görünen artan özel sektör yükümlülükleri sorunu ve amaçlandığı üzere üzeri örtülen bir hazine garantileri sorunu olduğu kanaatindeyim. Türkiye’de politika yapıcılar ve düzenleyiciler 2010-2011’de baş gösteren cari açığın kısa vadeli fon akımları ile finansmanı sorununun önüne şimdilik geçtiler. Ancak hanehalkı finansal yükümlülükleri ve reel sektörün açık pozisyonundaki artış devam ediyor. Türkiye’de yatırımın finansmanı sorununu yurtiçi tasarruf kampanyalarıyla arttırarak ve finansal sektöre erişimi kolaylaştırarak çözme derdinde AKP hükümetleri. Ancak ücretlerin baskılandığı koşullarda hanehalkı borcunun artışı engellenemiyor. Yeni açıklanan rakamlarda görüldüğü üzere resmi işsizlik rakamı yüzde 11’i geçti. İş aramaktan vazgeçmiş ancak çalışmaya hazır olanlar eklenirse işsizlik oranı yüzde 18’i geçiyor. 

64. Hükümet kendi programında IMF benzeri kuruluşların önerilerine paralel bir şekilde kamu harcamalarında artış ve özel sektöre teşvik mekanizmalarına yaslanacağını belirtti. Ancak Türkiye’de resmi kamu borcu rakamları Avrupa ülkelerine göre oldukça düşük olsa da, borç üstlenim mekanizmaları ve kamu-özel işbirliklerindeki hazine garantileri aracılığıyla verilen teminatlar tahmin edilenlerden çok daha yüksek olabilir ve bu öngörülen kamu desteğinin kısa sürede yeni sorunlara zemin hazırlayabileceğini işaret ediyor. Kısaca AKP özel sektöre destek ve emek piyasasında esnekleşmeyi otoriter devlet olanaklarıyla destekleme ve sermaye birikiminin tempo kaybetmesine engel olma telaşında. Bu, kanımızca sermaye hareketlerine duyarlılığı azaltacak ve küresel depresif eğilimlerden daha az etkilenmeyi sağlayacak bir yönelim değil. 

M: Türkiye’deki güncel duruma bakarsak, geçtiğimiz haftalarının ilk sıra gündemi olan yeni atanan Merkez Bankası başkanı ile bizi geçmişten farklı ya da benzer olarak nasıl bir Merkez Bankası bekliyor? 

Ü: Türkiye’de merkez bankası başkanlarının bu kadar geniş bir şekilde tanınmaları ve başkan atamasının önemli bir gündem maddesi haline gelmesi yeni bir olay. Bunun gerisinde merkez bankasının ekonomi bürokrasisi içerisindeki konumunun değişimi, yani bankanın giderek öne çıkması yatıyor. 2001 krizi sonrası gündeme gelen kurumsal düzenlemelerin en önemlilerinden biri para politikası hedeflerine varmak için merkez bankasının hükümetten bağımsız bir şekilde politika oluşturmasıdır. Bu değişiklik sonrasında merkez bankasının başında kimin olduğu daha önemli hale geldi. En son atamada Beştepe danışmanlarının dile getirdiği gibi ana-akım dışı, büyük oranda ekonomik büyümeyi öncelik yapan bir ekol mü, yoksa muhafazakar bir başkanın mı seçileceği merak ediliyordu. 

Sonuç olarak Babacan-Şimşek çizgisinde, muhafazakar özellikleri olan ancak Beştepe’ye de uzak olmayan bir isim üzerinde uzlaşıldı. Ancak ben bu tartışmanın çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Zira merkez bankası başında kim olursa olsun, merkez bankalarının sistem içindeki konumları ve alacakları kararların çerçevesi ekonomik zorunluluklar tarafından belirleniyor. Örneğin, önümüzdeki dönemde bir faiz indirimi süreci yaşanacaksa bu yeni başkanın kişisel özelliklerinden değil dünya ekonomisindeki konjonktür müsaade ettiği için olacaktır.

M: Son günlerde Cumhurbaşkanı’nın bir konuşmasında dünyadaki faiz oranlarını da örnek göstererek faiz oranlarının düşürülmesini istediğini söyleyerek şunu sordu: ‘’Soruyorum şimdi, böyle bir faiz anlayışıyla Türkiye'nin girişimcisi yatırım yapabilir mi, istihdam sağlayabilir mi, üretim yapabilir mi, rekabete açılabilir mi?". Bu açıklama ardından günlerdir farklı yorumlar dinliyoruz ekonomistlerden, peki size göre bu açıklama ne anlama geliyor? 

Ü: Bu açıklama ekonomik daralma belirtilerinin kuvvetlendiği bir ortamda büyümeyi canlandırmak isteyen siyasetçinin dileklerini ifade ediyor. Ancak bir toplumsal sistem olan kapitalizmde, kişilerin istekleri ya da dilekleri değil, yapısal kısıtlar ve olanaklara göre işleyen mekanizmalar var. Üretimin finansmanı her zaman bir sorun olmuştur, özellikle Türkiye gibi üretmek için ithalata bağımlı olan ekonomilerde bu daha da karmaşık bir sorun haline geliyor. Çünkü üretimi canlandırmak için yapılacak bir faiz indirimi, faiz getirisi nedeniyle ülkeye gelen sermayeyi caydırıcı bir etki yapabilir. Bunun sonucunda döviz girişi azalacak ve TL değersizleşecektir. Böyle bir ortamda üretici için faiz indiriminden kaynaklanan avantaj, ithal mallarının fiyatlarındaki artış nedeniyle ortadan kalkacak ve üstüne enflasyonda artış meydana gelecektir. Ben bu tür söylemlerin propaganda amaçlı olduğunu düşünüyorum, ekonomi yönetiminde söylem olarak bu tür çıkışlar gözlense de uygulamada bunlara itibar edilmez. Örneğin TCMB tarafından yayımlanan son “Banka Kredileri Eğilim Anketi”, ekonomik yavaşlamanın izlerini taşıyor. Bankalar artık kredi vermede daha temkinli davranıyorlar.

[1] http://kriznotlari.blogspot.com.tr/

13 Haziran 2016 Pazartesi

#KrizNotları Canlı Yayına Başlıyor!

15 günde bir Türkiye ve dünya ekonomisinde öne çıkan gündem başlıklarının değerlendirileceği "Kriz Notları" programının ilki 15 Haziran 2016 Çarşamba saat 20.30'da, Kriz Notları'nın Youtube Kanalında canlı yayında olacak.

Programda Kriz Notları yazarları Ali Rıza Güngen ve Ümit Akçay'ın yanısıra gündeme göre farklı konuklar da yer alacak.



Bu haftanın konusu FED faiz kararının olası etkileri ve Brexit tartışmaları.

Tartışmaya katılmak ya da sorularınızı yöneltmek için Twitter üzerinden #KrizNotlari etiketini kullanabilirsiniz.

15 Haziran Çarşamba, saat 20.30'da görüşmek üzere!

1 Haziran 2016 Çarşamba

IMF içinde başlayan neoliberalizm tartışması krizin virajlarına eşlik edecek

Uluslararası Para Fonu (IMF) Araştırma Departmanı mensubu üç ekonomist (Ostry, Loungani ve Furceri), Fon’un önde gelen yayınlarından Finance and Development’ın 2016 Haziran sayısında “Neoliberalism: Oversold?” başlıklı bir makale yayımladılar. Ostry, Loungani ve Furceri kendi cemaatlerinde fazla eleştirel bulunduğu için üstü çizili kelimeyi kullanmanın ötesine geçip, “neoliberal” politikaların zaman zaman maliyetlerinin faydalarından daha fazla olabildiğini de ileri sürdüler. Ülke ekonomilerinin yaşadığı sorunların tek bir politika paketiyle (mali konsolidasyon + sermaye serbestliği) çözülemeyeceğinden dem vurdular. 

Financial Times baseball şapkasını ters giyerek ilgi çekmeye çalışan orta yaşlı bir adamın uğraşına benzettiği değerlendirmenin, esas sorun olan üretkenlik artışındaki azalmayı tartışmayı engellediğini beyan etti. Bu sert editoryal bizzat IMF içinden neoliberalizm eleştirisi duymanın yarattığı şaşkınlığa işaret etmekteydi. The Guardian neoliberalizmin ölümüne şahit olduğumuza dair heyecanlı bir op-ed bastı. Neoliberalizmin temel uygulamalarının başarısına dair şüpheci değerlendirmenin (yeniden) başlattığı tartışma uzunca bir süre devam edecek, çünkü neoliberalizm içinde kalarak küresel eşitsizliklerin sürekliliği güvence altına alınırken, sermaye serbestliği ve mali konsolidasyon istikrarlı ekonomik büyüme getirmiyor.

Kriz sırasında bu tartışma neden zaman zaman geri çekildi?

Aslında tartışma 2008-09 uluslararası finansal krizi çeşitli aşamalarıyla derinleşen ve dallanıp budaklanan bir kriz karakteri kazanmadan önce başlamıştı. Arka planında da kredi çöküşü sonrasında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerden sermaye çıkışlarının yaşanması yatıyordu. Sermaye serbestliği savunucuları bu tarz bir toplu çıkış karşısında teker teker günah keçisi ilan edebilecekleri yönetimler bulamamıştı. Aralarında Stiglitz gibi ünlü şahısların da bulunduğu ekonomistlerin sermaye çıkışlarını engellemek olmasa da sınırlandırmak için kontroller gereklidir argümanına bir süredir görmediği ilgiyi göstermeye başlayan IMF ekonomistlerini de kapsayan uzmanlar grubu yine de bu noktayı derinleştirip bir tartışma kampı yaratacak zaman bulamadılar. Bunun nedeni de 2010-11’den itibaren tekrar geç kapitalistleşen ülkelere yönelen sermayenin (Avro Bölgesi krizinin baş göstermesi ve derinleşmesine karşın) geç kapitalistleşen ülkelerde son derece yüksek büyüme oranlarının yakalanmasına zemin hazırlamasıydı. Dolayısıyla sermaye kontrolleri tartışması boğuldu. Geç kapitalistleşen ülkelerde büyüme temposu 2012’den itibaren istikrarlı bir şekilde yavaşlamaya ve 2015’te (Rusya ve Çin dışarıda bırakıldığında, bkz. üstteki IMF grafiği) net çıkış görülene kadar.

Biraz farklı gerçekleşse de benzer bir seyir kemer sıkma ve mali konsolidasyon alanında da gerçekleşti. Kredi çöküşünün yarattığı ekonomik düşüş miktarsal olarak sınırlı borç artışlarını dahi oransal bir sıçramaya dönüştürüyordu. Üstelik neoliberal yönetim zihniyeti farklı varyantlarına karşın esasen devletin borç birikiminin ekonomik faaliyet için zararlarını ön planda tutmaktaydı. 1980’lerdeki uluslararası borç krizinin çözümü için geliştirilen mekanizmaların benzerlerinin (Brady tahvilleri uygulamasında olduğu gibi yatırım derecesine sahip kağıtların teminat gösterildiği kısmi borç silme ve yapılandırma tartışması) 2010-11’de bir borç krizine dönüşen Avro Bölgesi krizinin çözümü için geliştirilmesi ve işe koşulması tartışılıyordu. Kriz öncesinde borçlanma maliyetleri düşükken ve borçlanma olanakları daha fazlayken, kriz sırasındakinden daha yüksek veya ona yakın kamu borcu/GSYH oranlarını Avro Bölgesi’ndeki ülkelerin yıllar boyunca sürdürebildiğini belirtenlerin sesi boğuldu. Ordoliberal versiyonuyla neoliberal kriz yönetimi Avro Bölgesi’nde kesin bir borç limiti ve mali konsolidasyon dayattı. Ancak yasal değişikliklerin yapıldığı ve kemer sıkma önlemlerinin hız kazandığı 2012-14 sonrasında ne ekonomik toparlanma umulduğu gibi gerçekleşti ne de Avro Bölgesi’nin finansal sistemini de tehdit eden borç krizi nihai çözüme kavuştu (2016 tahminleri için The Economist’ten aktardığım grafik kemer sıkma politikalarının Avro çeperinin ötesinde örneğin Fransa için de anlamlı bir düşüşe vesile olmadığını gösteriyor. 2013 Kıbrıs bankacılık krizi, 2014’te Avro Bölgesi’nde deflasyon, 2015 Yeni Yunan kurtarma programı, 2016 İtalyan bankacılık krizi ve Yunan borç yapılandırma anlaşması vb. üzerine ayrıntılar için bloga ve kitabımıza bakılabilir).

Bu koşullar altında kemer sıkmanın dezavantajları ve borç sorununun organik bir büyüme sırasında hafiflemesinin daha pratik olduğu görüşü tekrar anaakım iktisadi tartışmanın malzemesine dönüştü. Aynı zamanda 2014-15’te derinleşen ve geç kapitalistleşen ülkeleri daha fazla etkileyen kriz karşısında IMF’nin 2015 World Economic Outlook’ta, bütçe elveriyorsa ve manevra alanı mevcutsa borç artışına yol açabilecek önlemleri almayı (iç pazar olanaklarının kulanılmasıyla beraber) ekonomik büyüme temposu kaybının önüne geçmek için önerdiğini gördük (Türkiye’de 64. Hükümetin programı bu anlayışın izlerini taşımaktaydı).

IMF içindeki son tartışma

Yukarıda atıfta bulunulan IMF ekonomistlerinin son değerlendirmelerinde işaret ettikleri noktalar (IMF World Economic Outlook değerlendirmelerindekine benzer bir şekilde) esasen neoliberalizm içinde bir esnekliğe işaret etmektedir, çünkü piyasalaştırma ve sermaye egemenliğinin sınırlandırılması doğrultusunda bir öneri burada bulunmamaktadır. Ancak bir arayış söz konusudur ve bu da arka plandaki seyrin uzantısıdır.

IMF içinde tartışmadaki kamplardan birine göre kısaca:

1- Borç oranlarını düşürmek için alınacak kemer sıkma önlemlerinin ekonomiyi boğmasına izin vermemeli, gerektiğinde kamu harcamalarıyle desteklenen ekonomik büyümenin borç oranlarını zamanla geriletmesinin faydalı olabileceği durumları IMF dikkate almalıdır (2015 Yunan kurtarma paketi görüşmelerinde IMF konumunun dayanağı).

2- Spekülatif sermaye girişlerinin yaratacağı canlılık ve çöküş çevrimlerini engellemenin yolu kısmi kontrollerden geçiyor olabileceğinden IMF bu ihtimali dışlamamalıdır (Yadsınması imkansız gelir adaletsizliği ve toplumsal eşitsizlik verileri ve 2008-09 krizi sonrasındaki sermaye hareketlerinin etkilerine ilişkin gözlemler)

Hatırlatmak gerekirse IMF Madde VI-1’in 1969’da yeniden yazımında daha önceki spekülatif sermaye / üretken sermaye ayrımı kenara konularak IMF kaynaklarının kullanımında bu bağlamdaki sınırlama kaldırılmış, bu düzenleme daha liberal bir uluslararası finansal sistemin ortaya çıkışının ve spekülatif hareketlerin yoğunlaşmasının arkasındaki adımlardan birisini oluşturmuştu. Özellikle finansal serbestleştirme çılgınlığının hüküm sürdüğü 1990’lar kriz deneyimleri üzerinden diğer kamplardan yöneltilen eleştirileri yeterince dikkate almayan IMF ekonomistleri Ostry, Loungani ve Furceri’nin ağırlıkla kendi çalışmaları üzerinden tavsiyelere kalkışması (1990’lar ve 2000’lerdeki IMF faaliyetleri bu körlükle temize çekilemeyeceğinden) elbette oldukça ironiktir. Ancak bu aymazlığın işaret ettiği ve süregiden IMF içi tartışma, yaklaşık 50 yıl öncesinin sermaye kontrolleri tartışmasında kaybedilen bir mevzinin telafisi anlamına henüz gelmemektedir.

Neoliberalizmin ölümü?

OECD ekonomilerinde toplam 2016 büyüme oranının 2015’ten daha düşük olması ve bütün dünyada zayıf büyüme beklentisi hakimken neoliberalizmin vaatlerini yerine getiremediğini ifade eden kişi sayısı fazlalaşacaktır. Gelinen nokta uluslararası finansal sistemde tepe noktasında bulunan yöneticiler, teknokratlar ve ekonomistlerin tartıştığı zemin açısından kaymaya işaret ediyor gibi görünmektedir. Ancak kemer sıkma (mali konsolidasyon) ve rekabetçilik ve dışa açılma (sermaye serbestliği) levhalarının yer değiştirmesi sinyallerinin gücü ve bunların tektonik bir kaymaya işaret edip etmediği şüphelidir. Bu tarz kaymalar son derece uzun dönemlere yayılmaktadır ve bu değişimin kısa ve orta vadeli politika demetlerinin ötesinde uzun vadede bir değişime yol açıp açmayacağı belirsizdir. Sorun bu tartışmanın krizin seyri ile ilişkisini kurmakta, küresel emek hareketinin başarısızlıklarının üzerini örttüğü sermaye cephesindeki çaresizliği tespit etmektedir. Aksi takdirde neoliberalizmin her virajda yeniden karşımıza bir heyula olarak dikilmesini engellemek olanaksızlaşır.