20 Eylül 2016 Salı

Biri Kriz Bitti Mi Dedi? Yeniden Düşünün!

15 Eylül 2008’de ABD’nin en büyük finans şirketlerinden olan Lehman Brothers iflas ettiğinde, bir süredir belirtileri olan ekonomik çöküş tam olarak yaşanmaya başlandı. Sekiz yıl sonra bugün, bu ekonomik çöküşün dünya genelindeki etkilerinin geçtiğine dair elimizde pek az veri var. Dahası, sekiz yıl sonra dünya ticareti daralıyor ve küresel ekonomi yeni bir daralmanın eşiğinde. Krizin nedenleri, farklı yönleri, farklı ülkeleri etkilemesi ve krize karşı geliştirilen politika tepkileri üzerine, farklı bakış açılarından pek çok şey yazıldı. Bu yazıda dikkat çekmek istediğim husus, krizi daha kapsamlı bir şekilde anlamlandırabilmek için son yıllarda yaşananları, tarihsel bağlamın içine yerleştirme gerekliliği. Böyle bakınca durum pek iç açıcı değil!

Tarihsel Bağlam
Aşağıda dünya ekonomisinde 1960’lı yıllardan günümüze ekonomik büyüme rakamlarını gösteren bir grafik var. Bu grafiği Dünya Bankası’nın veri tabanında yer alan 1961-2015 arasındaki yıllık büyüme oranlarının 10’lar yıllık ortalamalarını alarak oluşturdum. Böylelikle 2008 krizi üzerine konuşurken, bunun nasıl bir tarihsel bağlama oturduğunu daha iyi görebiliriz diye düşünüyorum. Grafikte görüldüğü gibi, dünya ekonomisinin büyüme hızı 1960’lı yıllardan itibaren azalmaktadır. Bunun tek istisnası 2000’li yıllardır ki o da çok sert bir çöküşle sonuçlandı. 2010’lu yıllarda büyüme hızının azalması trendi sürüyor.


Dünya ekonomisinde 1960 sonrası büyümenin hız kestiği bu yıllar, aynı zamanda kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılan, İkinci Dünya Savaşı ile 1970’lerdeki kriz arasındaki dönemin ardından geliyor. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde refah devleti uygulamaları, geç kapitalistleşen ülkelerde ise ithal ikameci kalkınma modellerinin uygulandığı “altın çağ” sırasında, her iki grup ülke için de tarihsel olarak oldukça yüksek büyüme oranları yakalanmıştı. Ancak bu güçlü büyüme dönemi, 1970’li yıllardaki kriz sonrasında geride kaldı.

Kazananlar da var!
Elbette toplulaştırılmış tek bir veri ile her şeyi açıklamak mümkün değil. Dünya ekonomisinde büyümenin tökezlediği bu dönemde, Güney Kore ya da Çin gibi ülkeler muazzam büyüme oranlarına ulaştılar. Ayrıca, ekonomik büyümenin azaldığı bu dönemde, ülkelerin içindeki ekonomik eşitsizlikler ve gelir/servet dağılımı adaletsizlikleri doruk noktasına ulaştı. Yani toplu verilere bakıldığında işlerin kötüye gidiyor oluşu, bazıları için bu sürecin nimetlerinin olmadığı anlamına gelmiyor.

Büyümenin hız kestiği bu dönem, 1970’lerdeki krizin sermaye lehine çözümü için geliştirilmiş neoliberal politika paketinin uygulanması ile geçti. Neoliberal paket, amacına uygun bir şekilde sürecin sermaye lehine sonuçlanmasına yaradı. Ancak ekonomik büyümenin tempo kaybediyor olması, sermayenin 1970’ler sonrası emeğe karşı kazandığı zaferin çok uzun ömürlü olmadığı anlamına geliyor.

Neoliberal Paradoks
J.Crotty 2008 krizinden epey önce, “Neoliberal Paradoks” başlıklı makalesinde, bu konuya işaret etmişti. Crotty, 1970’li yılların sonundan itibaren küresel neoliberal ekonomik düzenin yükselişinin, ekonomik performans üzerinde olumsuz etkileri olduğunu savunur. ABD’deki finansal olmayan firmalar üzerine olan çalışmasında, neoliberal politikalar ile birlikte reel sektörün bir ikilem ile karşılaştığına işaret eder. Finansal piyasaların, finansal olmayan firmalardan yüksek getiri beklentisi giderek artarken, üretim alanında yaşanan yoğun rekabet nedeniyle yüksek getiri sağlamak giderek zorlaşıyor.

Crotty’nin ABD’deki finansal olmayan firmalar için kullandığı neoliberal paradoks tabiri, genelleştirilerek 1970’ler sonrası ekonomiler için de kullanılabilir. Neoliberal politikalar 1970’lerde görülen kar oranlarının düşme eğilimini yeniden canlandırmak için uygulandı. Ancak yoğunlaşan rekabet nedeniyle karlar restore edilemiyor. Üretimde düşen karlar finansın gelişmesi ile telafi ediliyor. Ancak bu durum ekonomilerin üretim temelini erozyona uğrattığından toplamda ortaya çıkan büyüme giderek yavaşlıyor (R.Brenner şuradabenzer bir çerçeveyi savunur).

2008 krizi
Finansallaşma, neoliberal paradoksun bileşenlerinden biridir. 2008 küresel ekonomik krizinin oluşumunda, özellikle 1990’lı yıllarda kurumsallaşan yeni finansal mimarinin önemli bir payı olduğunu biliyoruz. Menkul kıymetleştirme (securitization) mekanizması ve yeni geliştirilen risk transferi teknikleri, finansal mimarinin kritik parçalarındandı. Bu mekanizmalar ve gelecekte yaratılacak değerin şimdiden parasallaştırılması anlamına gelen borçlandırma teknikleri sayesinde krizin zaman içinde yer değiştirmesi mümkün kılındı. Ancak yeni finansal mimari, ne kadar sofistike olursa olsun, borçluların borçlarını geri ödemelerine dayanıyor. Sürekli kemer sıkma anlamına gelen neoliberalizm sürdükçe, gelirleri artmayan borçluların borçlarını ödeyebileceklerinin bir garantisi yok. Kısacası, 2008 krizi bitmedi, uzunca bir süredir de bizimle olacak!

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı 19.09.2016 tarihinde, Gazete Duvar'da yer aldı. 
Erişim: http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/19/8-yilinda-kuresel-ekonomik-kriz/ 

Çin’in Borç Sorunu Ağırlaşarak Devam Ediyor

Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Bank of International Settlements (BIS) raporu uluslararası bankacılık ve finansal piyasa gelişmelerine ilişkin veriler sunuyor. Raporda bankacılık sistemine dair uyarı göstergelerinde özellikle Çin verileri heyecan yarattı ve Çin bankacılık sistemindeki sorunları uluslararası gündeme taşıdı. Bu veriler artan şirket borçluluğu rakamları ve toplam borcun artışı ile karakterize olan Çin’in borç sorununun da çözülemediğine işaret ediyor.

Kısaca özetlemek gerekirse kredi/GSYH oranının uzun vadedeki eğiliminden farklılaşmayı gösteren kredi/GSYH açığı oranının BIS’e göre % 10’un üzerine çıkması bankacılık sisteminde sorunlara işaret ediyor ve önümüzdeki üç yıl içinde kredi kaynaklı sorunların bir krizle sonuçlanması ihtimalinin yüksekliğini ifade ediyor. Çin için bu oran tarihinin en yüksek seviyesi olan % 30,1 olarak hesaplanmış. Kanada verisi ve Asya ortalaması da % 10’un çok az üzerindeyken bu ülkeleri % 9,6 ile Türkiye takip ediyor. Bu noktada bir parantez açalım. Türkiye için oran daha önceki yıllarda % 10’un üzerinde seyretti ancak son veriler yine de Türkiye bankacılık sisteminde bir iyileşme tespit edilmesine izin vermiyor: Türkiye’de sistemin gelire kıyasla anapara ve faiz ödemeleri dikkate alındığında borç servisi oranları açısından sorunları olduğu raporda tespit edilmiş ve incelenen 43 ülke içinde Türkiye, Brezilya ve Çin ardından bu konuda en dikkat edilesi ülke olarak gösterilmiş. 

Çin'e dönecek olursak, BIS raporundaki erken uyarı verilerini ülke ekonomisine ilişkin başka verilere ve son yıllardaki gelişmelere bakarak anlamak daha sağlıklı.

Dünya ekonomisindeki depresif eğilimler büyüme rakamlarını aşağılarda tuttukça, talep daralması Çin ekonomisindeki büyüme tempo kaybını daha belirgin hale geliyor. Bu sorunlar devasa proleterleşmenin ve kısa vadeli kazanç kapısını ardına kadar açan finansal derinleşmenin üstüne biniyor. 2014 ve 2015’te katlanarak artan grevler ve Şangay endeksinin Haziran 2015 sonrasında bir ayda % 30’a varan gerilemesi Dünya ekonomisinin itici gücünün teklediğinin göstergeleri olarak da alınabilir. Hatırlanacağı üzere hisse senedi piyasasındaki oynaklıklar Ocak 2016’da borsa kapatmaya varan çöküşlere neden olmuştu.

Büyümedeki tempo kaybı karşısında faiz oranı 2014’te % 6’dan 2015 sonunda % 4,35’e çekildi (bkz. tradingeconomics.com sitesinden aktardığım grafik). Ekonomik sorunlar karşısında Çin firmalara ucuz kredi sağlama yoluna gitti. Şirket borçlanması 2008’den bu yana hızla artan borç rakamlarını şişirdi.

Toplam borcun GSYH’ye oranı 2008’de % 150’den 2013’te % 220’ye çıktı. Şirket borçlanmasının başı çektiği eğilim, rakamı 2015 sonunda % 255’e taşıdı (Bloomberg Intelligence verilerinden çıkan Dünya Gazetesi’ndeki grafik, borcu unsurlarına bölerek gösteriyor).

Yeni yatırıma dönüşmeyen borçlanma ve Merkez Bankasının borçlanma maliyetini daha indirme konusundaki çekimserliği 2016’da tahvil piyasasına talebi arttırdı. Ekonomik beklentilerin kötüleşmesi ile birlikte bir yandan takipteki kredi oranları artmaya devam etti öte yandan Çin’deki 20 yıllık tahvillere olan talep arttı ve getiri eğrisi (1 yıllık ve 20 yıllık tahviller arasındaki fark) Ağustos 2016’da 90 baz puana kadar geriledi.

Devam eden sorunlar karşısında Çin’in ekonomiyi canlandırmak için uyguladığı yöntemlerin bir sınırı bulunuyor. Devlet desteği ile şirketleri ayakta tutmak, kamu şirketlerinin borçlarını yapılandırmak ve kredi genişlemesini sürdürmek ilelebet mümkün değil. Üstelik düşük görünen devlet borcu oranları yerel yönetimlerin borcu eklendiğinde ikiye katlanıyor.

Çin’in borç sorunu ve BIS’in altını çizdiği kredi/GSYH açığı kısa vadede bankacılık kriziyle sonuçlanmayabilir. Ancak kredi mekanizmasının geleceğe ertelediği sorunların hafiflemesi de pek mümkün görünmüyor. 

14 Eylül 2016 Çarşamba

Syriza Paradoksu ve Podemos

İspanya’da 8 aydır hükümet yok. Geçtiğimiz hafta, merkez sağda yer alan Halk Partisi’nin (PP) azınlık hükümeti kurma girişimi yine sonuçsuz kaldı. Ülke bir yıl içinde üçüncü kezgenel seçimlere gitmeye hazırlanıyor. Yani tam bir siyasi kilitlenme durumu var. Ancak bu süre, beklendiği gibi ekonomik sorunların daha ağırlaşmasına ve hatta yeni bir ekonomik krizin tetiklenmesine yol açmadı. Aksine, şaşırtıcı biçimde, İspanya ekonomisinde uzun süredir görülmeyen yıllık yüzde 3’ün üzerinde bir büyüme performansı yakalandı. Peki, nasıl oluyor da bu siyasi kilitlenme ortamında ekonomik başarı görülebiliyor? 

Avrupa’nın Krizi ve İspanya
İspanya, 2008’de ABD’de başlayan krizin Avrupa’ya varması sonrası en çok etkilenen ülkelerden biri.  Özellikle İspanya’daki emlak balonunun uluslararası krize paralel olarak patlaması ve konut kredisi alanların borçlarını ödeyememesi, krizin İspanya’da şekillenmesi açısından önemliydi.[1] Bu özel durumun yanında, Güney Avrupa ülkeleriyle benzer özellikleri, İspanya’yı kemer sıkma programlarının uygulanması ile karşı karşıya bıraktı. Kriz Avrupa’ya ulaştığında durum kabaca şöyle idi: Avrupa parasal birliği içinde yer alan ülkelerdeki emek üretkenliği farklılıkları, bu ülkelerin dış ticaret dengelerine yansıyordu. Genellikle, parasal birlik içindeki büyük ihracatçılara göre düşük emek verimliliği olan ülkelerde dış ticaret dengesi açık veriyor, bu dış açık da dış fazla veren ülkelerden borçlanılarak kapatılıyordu.
Somutlaştırırsak, İspanya gibi, Almanya’ya göre emek üretkenliği daha düşük olan bir ülke, dış ticarette Almanya’ya karşı sistematik olarak açık veriyor. Bu durumda ortaya çıkan dış ticaret açığı ise, yine Alman finans sisteminden borçlanılarak karşılanıyor. Krizin ilk dalgası geldiğinde, özel iflaslar kamu tarafından üstlenildiğinden, zaten iyi durumda olmayan kamu bütçesi daha da kötüleşti ve kamu borcunun ödenemeyeceği beklentisi krizi daha da derinleştirdi.

Birikim Modeli İhracı
Avro’yu kullanan ülkeler kendi para politikalarını uygulama haklarını Avrupa Birliği Merkez Bankası’na (ABMB) devrettikleri için, kriz durumlarında kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillenecek bir para politikası geliştiremiyorlar. Kriz derinleştiğinde, İspanya için parasal birlikten kaynaklanan kısıtlar nedeniyle enflasyon yaratma seçeneği mevcut değildi. Bunun sonucunda Avrupa Birliği (AB) teknokratları tarafından formüle edilen kemer sıkma programı, özellikle borç sorunu yaşayan ülkelere koşullu krediler aracılığıyla dayatıldı. Bu süreç,  Uluslararası Para Fonu’nun (International Monetary Fund, IMF) 1980’lerde Türkiye gibi ülkelerde uyguladığı koşullu krediler yoluyla model ihracı sürecinin bir benzeriydi.[2]


Avrupa’da Kriz Sonrası Siyaset
Avrupa’da 2008’den bu yana Almanya dışında iktidar değişikliği yaşamamış ülke neredeyse kalmadı. Bunun anlamı, ekonomik krizin Avrupa siyasetindeki müesses nizamı sarsmış olmasıdır. Ancak AB’nin teknokratik kurumsal yapısı, sarsılan müesses nizamın sürdürülebilmesi adına, siyaseten farklı seçeneklerin önlenmesi için mükemmel bir işlev görüyor. Bu kurumsal yapı içinde kemer sıkma programı, Avrupa’da kriz sonrasında iktidara gelen hükümetlerin önüne konan tek seçenek halini aldı. Bunun en açık halini Yunanistan örneğinde gördük.
Yunanistan’da Ocak 2015’te gerçekleşen seçimler sonucunda iktidara gelen Syriza, 2008 krizi sonrası saman alevi gibi parlayıp sönen kemer sıkma politikaları karşısındaki sol tepkinin ilk kez iktidar olması anlamına geliyordu. Ancak Syriza’nın Troyka (Avrupa Birliği Merkez Bankası, Avrupa Birliği Komisyonu, ve Uluslararası Para Fonu’ndan oluşan üçlü) ile müzakere yoluna gitmesi, sürecin kilitlenmesi anlamına geliyordu. Ocak-Temmuz 2015 arasında süren müzakereler sonucunda, Troyka’nın galibiyeti, Syriza’nın sert bir şekilde ezilmesi ile sonuçlandı. Sonuçta, kemer sıkma tedbirlerine itiraz ederek iktidara gelen Syriza, en sert kemer sıkma tedbirlerinin uygulayıcısı haline geldi.

Farklı Hükümetler, Tek Program
Syriza’nın trajedisinde, Syriza liderliğinin herhangi bir B planının olmaması ya da Troyka ile görüşerek şartların esnetilebileceği şeklindeki naif bir çizgiyi savunması gibi zaaflar vardı. Ancak mesele basitçe Syriza liderliğinin zaafları ile sınırlı değil. Syriza deneyi, bize kriz sonrasında yeniden şekillenen Avrupa siyasetinin sola kapalı yapısını bir kez daha göstermiş oldu. Bugün Avrupa’da iktidara gelecek herhangi bir siyasi parti için, AB’de kalarak kemer sıkma politikalarından başka izlenebilecek herhangi bir ekonomi politikası mevcut değil. Dolayısıyla sosyal demokrat ya da daha solda yer alan siyasi seçenekler için, AB’de kalarak bu siyasi çizgilerini sürdürmelerinin imkanı oldukça sınırlı. Bu durum, İspanya’daki seçimleri de etkiliyor.   
Aralık 2015 seçimlerinde, Podemos’un merkez sağ (PP) ile merkez solun (PSOE) hemen ardından yüzde 20’ye yakın oy alması ve sonrasında merkez sol ile koalisyon kurmayı reddetmesi, 1977’de Franko diktatörlüğünün devrilmesinden beri ilk kez seçimler sonucunda hükümet kurulamamasını beraberinde getirdi. Ancak Haziran 2016’da yapılan seçimlerde, yeni bir ittifak geliştirip Unidos Podemos haline gelmesine rağmen oyları, önceki seçimlere oranla 1 milyon düşmüş durumda. Bu düşüşte farklı etkenler var. Ancak en temel sorun, Syriza paradoksu!

Syriza Paradoksu
Syriza’nın Troyka tarafından ezilmesi, sadece Yunanistan’a ait bit süreç değildi. Zira Syriza yenilgisinin etkileri İspanyol seçimlerinde de gözlenebilir. Podemos, gerek Ocak-Temmuz 2015 sürecindeki Syriza-Troyka müzakereleri sırasında, gerekse Temmuz 2015’te Yunanistan’da gerçekleştirilen referandumda Syriza’nın yanında durdu. Ancak referandumda hayır oyu çıkmasına rağmen Syriza’nın çok ağır tedbirler içeren kemer sıkma programını uygulamak zorunda kalması, seçmen gözünde Podemos’un sonunun da benzer olabileceği izlenimini uyandırdı. Yani Syriza’nın ezilmesi, sadece Syriza’nın değil, benzer diğer itirazların da ezilmesi anlamına geliyordu. Bunun sonucunda, aynı anda hem AB’de kalmanın hem de kemer sıkma tedbirlerine karşı çıkmanın imkansız olduğu bir kere daha ortaya çıktı. Syriza paradoksu, AB’de kalıp kemer sıkmaya karşı çıkmaktır. Podemos, Syriza paradoksundan kurtulamadığı için seçmen nezdinde inandırıcı bir seçenek yaratma potansiyeli giderek azalıyor.



Teknokratlar İktidarda!
Avrupa’da liberal demokrasi kalesinin burçlarına bir süredir teknokrasi bayrağı çekilmişti. Kriz derinleştikçe hükümetler olmadan ekonominin otomatik pilotta sürdürülmesi giderek fiili bir seçenek haline geldi. Krizden beri İtalya’da, Yunanistan’da ve Romanya’dagörülen teknokratların iktidarı, şimdi İspanya’da görülüyor. Her ne kadar PP hükümeti şeklen iktidarda olsa da herhangi bir yasa çıkarma yetkisi yok. İşler fiili olarak bürokrasi tarafından yürütülüyor ve bürokrasinin izlediği yol haritası Troyka tarafından çizilmiş durumda.
Dünya genelinde negatif faizlerin uygulanıyor olması, İspanya’nın ABMB’nin tahvil alım programından 200 milyar Avro’ya yakın bir düzeyde yararlanması, petrol fiyatlarının düşük seyretmesi ya da olumlu seyreden turizm sezonu gibi faktörler, İspanya’daki olumlu büyümenin nedenleri için sıralanan unsurlar. Bu büyüme performansının seçilmiş bir hükümet olmadan gerçekleşmiş olması daha geniş bir tartışmayı hak ediyor. Ancak şimdilik bu gelişmenin bize söylediği şey, siyasi kriz derinleşirken, ekonomi politikalarının sermaye lehine düzenlenmesi anlamına gelen teknokratların iktidarının giderek olağan bir yönetim şekli haline geldiğidir.




[1] Ümit Akçay ve Ali Rıza Güngen (2016) Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş, Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Notabene Yayınları, s. 146-152.
[2] Ümit Akçay, (2016) “Yunanistan Ayasında Avrupa’nın Krizi ve Emperyalizm”, Emperyalizm, Teori ve Güncel Tartışmalar(içinde), Editörler: Ahmet Bekmen ve Barış Alp Özden, İstanbul, Habitus Yayınları, s. 289-312.

--------------------------------------
Bu yazı 12.09.2016 tarihinde Gazete Duvar'da yer aldı. Erişim:
http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/12/syriza-paradoksu-podemos-ve-ispanyadaki-beklenmedik-buyume/

8 Eylül 2016 Perşembe

#G20Hangzhou Zirvesi: Kapitalizmi Kapitalistlerden Korumak

G20 ülkeleri dünya ticaretinin yüzde 80’ini, üretiminin yüzde 85’ini ve nüfusunun üçte ikisini kapsar genişlikte bir forum. Küresel ekonomik krizin patlak verdiği 2008’den sonra G20 toplantıları, önde gelen ekonomilerin krize karşı koordineli tepki verebilmesi için bir platform olarak kullanılmaya başlandı. Geçtiğimiz yıl Türkiye’de, bu yıl ise Çin’de yapılan G20 zirvesinin ana gündemi, dünya genelinde ekonomik büyümenin canlandırılması. Bunun nedeni, 2008’den beri erken kapitalistleşmiş ülkelerde krize karşı uygulanan politikaların istenilen sonucu verememiş olması. Kısaca, “daha fazla neoliberalizm” olarak adlandırılabilecek olan bu politikaları seslendiren koro içinden bir süredir çatlak sesler gelmeye başladı. G20 Hangzhou zirvesi bu çatlak seslerin daha fazla duyulacağı bir zirve.

IMF: Talebi Arttır, Gelir Dağılımı Adaleti Sağla!
Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund, IMF) tarafından G20 Hangzhou zirvesi için yapılan bir çalışmaya göre 2008 küresel ekonomik krizin etkileri halen sürüyor. IMF başkanı Christine Lagarde’a göre 2016 yılı, küresel büyümenin yakın dönemli ortalamasının (1990-2007) gerisinde kalınan üst üste beşinci yıl oldu.  IMF’in süregiden bu düşük büyüme ortamından çıkış için dört önerisi var. İlki, talebi canlandırmak. IMF bu öneriyi bir süredir yapıyor. Talebi canlandırın derken, bunu yaparken bazen mali alanı olan, yani bütçe açığı çok yüksek olmayan ülkeler gibi bir kısıt koyarken, bu sefer kendi kapasitesinin altında işleyen ekonomiler için talep destekleyici politikaların uygulanması gibi bir koşulla talebin desteklenmesini öneriyor. İkincisi, neoliberal politikaların klasik önerisi olan yapısal reformlar. Üzerinde çok konuşulduğu için bunu geçiyorum. Üçüncüsü, ticareti yeniden canlandırmak. Bu yöndeki tedbirler dünya ticaretinde korumacı eğilimlerin artmasına ve ticaret hacminin genişleyememesine karşı düşünülmüş. Sonuncusu da, büyümenin daha geniş bir şekilde paylaşılması, yani gelir dağılımı adaletinin sağlanması.



G7’den G20’ye: Çatlak Sesler Çoğalıyor!
IMF’in bu önerileri yeni değil, benzer mali genişleme önerilerini bir süredir yapıyor. Uluslararası platformlarda yapılan bu öneriler ise henüz karşılık bulmasa da yakın zamanda anaakım koroda bazı çatlaklar belirdi. Geçtiğimiz Mayıs ayında Japonya’da gerçekleşen G7 zirvesinde iki blok belirginleşmişti.[1]Zirve, başını Almanya’nın çektiği “sağ kanat kemer sıkma bloğu” ile başını Japonya’nın çektiği “pragmatik genişlemeci blok” arasında herhangi bir uzlaşma olmadan sonlanmıştı. Mayıs’tan Eylül’e gelindiğinde, Çin’deki G20 zirvesinde pragmatik genişlemecilerin saffının kalabalıklaştığını görüyoruz. İngiltere, Brexit sonrasında Almanya’nın yanındaki yerini geçici de olsa terk ederek karşı saffa geçmiş gibi görünüyor. Özellikle cari fazlası olan Kore gibi ülkeler üzerine genişleyici politika uygulama baskısı giderek artıyor.

Kapitalizmi Kapitalistlerden Korumak!
Tüm bu belirtiler bize iki şey söylüyor: (i) 2008 krizi henüz atlatılabilmiş değil, (ii) krize karşı verilen anaakım politika tepkisinin sınırlarına gelinmiş durumda. Ancak bu durum, işlemediği aşikar olan neoliberal politika demetinin kendiliğinden ortadan kalkması anlamına gelmiyor. Ali Rıza Güngen, yakın dönemde bizzat IMF tarafından yapılan neoliberalizm eleştirisini değerlendirdiği yazısında şöyle demişti: IMF’in bu tutumu, “esasen neoliberalizm içinde bir esnekliğe işaret etmektedir, çünkü piyasalaştırma ve sermaye egemenliğinin sınırlandırılması doğrultusunda bir öneri burada bulunmamaktadır”.


Şu anda IMF’in yapmaya çalıştığı şey, kapitalizmi kapitalistlerden korumaya çalışmak! Zira kurum tarafından yapılan tespit olan talep yetersizliğine yani eksik tüketime, arz tarafından bakarsak mesele karşımıza aşırı üretim olarak çıkar. Aşırı üretim, “rekabet baskısıyla her kapitaliste dayatılan, üretici güçlerin sınırsız gelişimine dönük eğilimin sonucudur… Aşırı üretim fiyatların düşmesine ve karın yok olmasına, dolayısıyla üretimi sürdürme isteğinin ortadan kalkmasına yol açar”.[2]
2008 krizini ilginç ve öncekilerden farklı kılan, aşırı üretim krizinin çözümü olan değersizleşmenin bir türlü gerçekleşemiyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle, politika tepkisinin parasal genişleme önlemlerine sıkıştırılması, J. Schumpeter’in sözünü ettiği “yaratıcı yıkım” sürecinin 2008 sonrasında yaşanmasını sürekli erteliyor. Kısacası, seçenekler tükenirken IMF gibi uluslararası kurumlar bu işte bir terslik olduğunun farkında ancak bu tersliği onaracak formül henüz bulunabilmiş değil. Zira o formül iktisatçılar tarafından değil, sınıf mücadelesi tarafından yazılacak.




[1] Bu konuda daha geniş bir değerlendirme için bkz: Ümit Akçay (2016) `Kapitalizmin Kalbi Tekliyor”, Express, 144: 40-41.
[2] Simon Clarke (2007) Marx’ın Kriz Teorisi, Çev. Cumhur Atay, İstanbul: Otonom Yayınları, s. 112.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu yazı, 05.09.2016 tarihinde Gazete Duvar'da yer aldı. Erişim: http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/05/g20-hangzhou-zirvesi-kapitalizmi-kapitalistlerden-korumak/ 

5 Eylül 2016 Pazartesi

Sermaye Girişlerine Bağlı Türkiye Ekonomisi ve Yatırımcı Demokrasisi

Türkiye ekonomisinin sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi sonrasında oturduğu plato yüksek sermaye girişlerinin ekonomiyi canlandırması daha sonrasında ise ani sermaye çıkışlarıyla büyük bir daralmanın deneyimlenmesi şeklinde çevrimlerin görülmesine neden oldu. Ekonomik performansın sermaye girişlerine göbekten bağlı olduğu ve siyasal başarı ölçümünde bu kadar kritik bir rol oynadığı atmosferde, 2001 krizi sonrasındaki yapılanmanın daha da güçlendirdiği bir eğilim yakın dönemde (2008-2009 uluslararası finansal krizi sonrası) daha açıktan gözlenebiliyor.


Kısaca bu eğilim siyasal iktidarın temel ekonomi yönetimi konularında uluslararası yatırımcılara ve Türkiye’deki sermaye gruplarına hesap vermesi; zevahiri kurtarmak adına yapılan kısa süreli çıkışlara karşın, sermaye girişinin sürekliliğini sağlamak için Türkiye’de ekonomi yönetiminin yatırımcı arzuları doğrultusunda bir yapısal reform gündemine hapsedilmesidir. Bu yönelime yatırımcı demokrasisi adını uygun görüyorum.

Neoliberal siyasal iktisadi çerçevenin 1990’lardan itibaren yeni kurumsalcılıkla tadilattan geçmesi ortaya oldukça kaba bir kurumsallaşma ve ekonomik büyüme formülü çıkardı. Türkiye’de siyasal iktidarın kaydadeğer kadrolarının özellikle 2001 sonrasındaki yıllarda dillendirdiği, muhalefetin de hatırı sayılır bir kesiminin kabul ettiği bu formül Türkiye’de ekonomi yönetiminde kurumsallaşma ve kural temelli bir siyaset yapma çerçevesinin inşasının ve “demokratikleşme”nin Türkiye’yi yabancı sermaye gözünde muteber bir ülke konumuna getireceği (kredi derecelendirme kuruluşları terminolojisiyle yatırım yapılabilir ülke) ve orada tutacağı varsayımına dayanmaktaydı.

1990’lardan itibaren demlenen reçete açıktı: öngörülebilir bir ortam hazırlayın, riski minimize edin, uluslararası standartları ve pratikleri benimseyin; sermaye kapınızı bir değil iki kere çalar. 

Bugün Türkiye’de olan-biten ve özellikle 2008-2009 uluslararası finansal krizi sonrasında deneyimlenenler bu reçetenin sermaye girişleri ile “demokratikleşme”/kurumsallaşma arasında kurduğu ilintinin sorgulanması gerekliliğini ortaya koyuyor. Kısaca ifade edecek olursam, Türkiye’de yaşanan bir yatırımcı demokrasisidir. Bırakın geniş kitlelerin politika yapım sürecinde etkide bulunması, herkesin temel haklarının korunması ve hukuk devleti ilkelerine bağlılık gibi minimum-prosedürel unsurların dahi ortada olmadığı bir dönemden geçiyoruz. İster yakın tarihli ve çoğu düzmece delillerle başlatılan siyasi davaları, ister 2007’den itibaren Türkiye’deki siyasal rejimin başkanlığa meyleden yarı-başkanlığa geçişi ve kuvvetler arasındaki ilişkinin revizyonu ile başlatın, bu dönüşüm Türkiye’nin daha demokratik standartları benimsemesi olarak okunabilecek bir dönüşüm değildir. Buna karşın Türkiye’ye yabancı sermaye girişleri dalgalı bir şekilde de olsa devam etmiştir.

Farklılaşma ve Finansal Dalgalar

Bu bağlamda üzerinde durulması gereken iki nokta bulunuyor: Birincisi sermaye girişlerinin kompozisyonundaki değişim, ikincisi finansal akımların yarattığı dalgalar.

İlk nokta, aşağıdaki grafikten takip edilebileceği üzere uluslararası yatırımların komposizyonunda 2008-2009 sonrasında bir değişimin yaşanmış olması ve doğrudan yatırımlardaki düşüşün portföy yatırımlarıyla telafi edilmesi. Bu dönüşüm Türkiye’de başta Merkez Bankası olmak üzere ekonomi yönetimin tepesindekileri heyecana sevk etmiş ve Türkiye’de finansal kriz sonrasındaki sermaye girişlerine eşlik eden kredi genişlemesinin hızını düşürmek ve sermaye girişi kompozisyonu değiştirmek amacıyla 2010’dan başlayarak çeşitli önlemler alınmıştı.
Bu dönemde de sonrasında da Türkiye’ye sermaye girişleri devam etti. Ancak hem yıllık rakamların hem de sadece doğrudan yatırım ve portföy yatırım rakamlarının göstermediği bir dalgalanma ile bu gerçekleşti.

Korkut Boratav  “Finans Dalgaları: Batı’da Türkiye’de” (Birgün Gazetesi, 19 Ağustos 2016) yazısında Türkiye ekonomisinin 2011’den itibaren yedi finansal dalgadan geçtiğini gösteriyor. Bu çevrimlerin esas belirleyeni yabancı sermaye girişleri. Boratav’ın hesaplamaları üzerinden son iki çevrimlik bölüme bakalım:

Tablo: Yabancı Sermaye ve Toplam Sermaye Hareketleri: Aylık Ortalamalar, Milyon USD ve % Değişim
Dönem
Özellik
Yabancı Sermaye
% Değişim
Toplam Sermaye
Değişim
2015 Şubat-2016 Ocak
Düşüş
2698
-55,5
1331
-70,4
2016-Şubat-2016 Haziran
Artış
5068
87,7
4978
274

Buna göre yabancı sermaye hareketlerine Türkiye’li şirket, banka ve bireylerin sermaye hareketlerini ve kayıtdışı sermaye giriş çıkışlarını ekleyerek toplam sermaye (yabancı, yerli ve kayıtdışı sermaye akımlarının toplamı) rakamı bulunuyor. Kayıtdışı sermaye girişleri ve Türkiye’li sermayenin çıkışlarına karşın, son iki çevrimde yabancı sermaye ve toplam sermaye akımları aynı doğrultuda (artış ve iniş olarak) hareket etmiş. Bir önceki döneme göre değişim oranları da Türkiye’nin 2016 baharından itibaren yüksek girişler yaşadığını anlatıyor.

Son Aylardaki Girişler

Resmi tamamlamak için Türkiye’ye son dönemdeki girişlerin önemli bölümünü oluşturan tahvil ve hisse senedine yatırımlara bakalım. İçinden geçtiğimiz bu dalganın bir özelliği Türkiye’de tahvil ve hisse senedi piyasasına ilginin son iki ayda daha önceki aylara göre artışı. International Institute of Finance verilerine göre özellikle aşağıdaki grafikte maviyle gösterilen tahvillere ilgi Temmuz ayı sırasında artmış ve portföy girişleri Ağustos boyunca devam etmiş.


Uluslararası doğrudan yatırım girişinin son aydaki verileri elde olmasa da Ocak-Mayıs 2016 tarihinde bir önceki yılın aynı dönemine göre % 41,5 azalarak 3,5 milyar USD’ye düşüş yaşandığını biliyoruz. Ekonomi Bakanlığı’nın verilerindeki eğilim ve portföy yatırımlarındaki artış devam ederse, uluslararası yatırımlar kompozisyonu ve miktarının 2013-2014’teki görünümü tekrarlayacağını öngörebiliriz.

Peki, bu veriler bize neyi ifade ediyor?

Kasım 2015 tarihli 64. Hükümet programı Amerikan Merkez Bankası FED’in faiz artırma olasılığının ve Türkiye benzeri ülkelerden sermaye çıkışlarının yoğunlaşması ihtimalinin tartışıldığı sıralarda esasen yatırımcıya güven, yurtiçi tasarrufların artırılması ve finansal derinleşme sürecinin devamı dışında finansal alana ilişkin bir değişiklik vaat etmiyordu. FED’in 2016’da gerçekleşmeyen faiz artışları ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu küresel Güney ülkelerine 2016 bahar aylarından itibaren sermaye girişlerinin gerçekleşmesi Türkiye’deki siyasal iktidarın elini bir süreliğine rahatlattı. Veriler bize Türkiye’deki politik risklere ve otoriterleşmeye karşın sermaye girişlerinin merkez kapitalist ülkelerdeki politika tepkilerinden etkilenerek dalgalı bir şekilde devam ettiğini, yatırımcıların kar elde etmek için Türkiye’nin “demokratikleşme”sini beklemediklerini gösteriyor.

Kısaca uluslararası doğrudan yatırımlarda gerileme söz konusu olsa da Türkiye’ye sermaye girişleri, öngörülemezlik ve artan jeopolitik risklere karşın devam ediyor. Ancak bu yatırımların kompozisyonu zaman içinde değişim sergiliyor. Şu an içinden geçilen finansal dalga daha kısa vadeli girişlerin ağırlık kazanmakta olduğunu anlatıyor.

Demokrasi herkese lazım

Mehmet Şimşek’in 15 Temmuz darbe girişiminden hemen sonra 560 uluslararası yatırımcıyla telekonferans gerçekleştirmesi ve bunu ilerleyen haftalarda tekrarlaması yatırımcı demokrasisinin iş başında olduğunu muştuluyor. Uluslararası doğrudan yatırımlardaki durgunluğun telafi mekanizması kısmen portföy yatırımlar oldukça ve Türkiye’deki politik/jeopolitik riskler arttıkça uluslararası yatırımcıya hesap verme yükümlülüğü artıyor.

Ancak Türkiye’ye sermaye girişleriyle kurumsallaşma/”demokratikleşme” arasında kurulan güçlü illiyet bağının iler tutar yeri olmadığını da deneyim gösteriyor. Konuya “Uluslararası Yatırımlar ile Demokrasi İthal Edilebilir mi?” (gazete duvaR, 15 Ağustos 2016) başlıklı yazısında değinen Ümit Akçay’ın belirttiği üzere “demokrasiye yatırımcı çekmek için değil, adil, eşit ve özgür bir ülke ve dünyada yaşamak için ihtiyacımız var”.

Bu perspektiften uzaklaşıp neoliberal ve yeni kurumsalcı zemine sıkışmak demokrasi mücadelesini giderek uluslararası finansın kaprislerine havale ediyor, demokratik uygulamalardan daha da uzaklaşanlara gösterilen sermaye teveccühünü kavrayamıyor. Üstelik bir tür demokrasinin, yatırımcı demokrasisinin 2008-2009 finansal krizinden bu yana çok daha açık bir şekilde Türkiye ve birçok ülkede iş başında olduğunu unutuyor.    
------------------------------------------------------------
Bu yazı ilk olarak 1 Eylül tarihinde www.politikyol.com sitesinde yayımlandı. Erişim: http://politikyol.com/yazar/ali_riza_gungen/sermaye_girislerine_bagli_turkiye_ekonomisi_ve_yatirimci_demokrasisi/6422